HERŞEYİN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR. Sizin bir planınız, bir hesabınız varsa, Allah’ında bir planı bir hesabı var.

19 Şubat 2014 Çarşamba

M. Şevket Eygi / Milli Gazete

Müslüman Çocuğuna Josef İsmini Koymuşlar!

19 Şubat 2014
İngiltere’den gelen bir haber doğrusu bendenizi üzdü ve kaygılandırdı. İngiltere’de yaşayan Müslüman bir Türk ailesi… Namaz kılıyorlar, oldukça dindarlar… Bu aile, hangisi olduğunu söylemeyeyim dini bir cemaate mensup… Bundan birkaç sene önce bir erkek çocukları oluyor, hangi ismi verelim diye bir yere soruyorlar, istişare neticesinde çocukcağıza Josef (Joseph) ismi veriliyor. Bir Hristiyan ismi. Yadırgayanlara, Josef bizdeki Yusuf’un karşılığıdır, bunda bir sakınca yoktur cevabını veriyorlar.
Evet, onlar Josef derler, biz Müslümanlar Yusuf deriz.
Onlar Abraham derler, biz İbrahim deriz.
Onlar Jesus derler, biz İsa deriz.
Onlar Moses derler, biz Musa deriz.
İslam tarihinde, Müslüman bir ailenin çocuğuna Josef, Abraham, Jesus, Moses ismini verdiği görülmemiştir.
Musevîliği veya Hristiyanlığı bırakıp Müslümanlığa geçen Batılılar isimlerini değiştirerek Müslüman isimleri alırken; Müslüman bir ailenin çocuğuna Josef ismini vermesini doğrusu çok yadırgadım.
Bu aile Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü mezhebine bağlı imiş; Tevhid inancını, İslam Dinini, Kur’anın Hak Kitap olduğunu, Hazreti Muhammed Mustafa’nın (Salat ve Selam Olsun ona) Resulullah olduğunu inkar ve tekzip edenlerin de cennetlik olduğuna inanıyormuş.
Yangın çatıyı bacayı sarmış da haberimiz yok.
Sen hem Müslüman ol, namaz kıl, oruç tut ve sonra çocuğuna Josef ismini ver. Olacak şey değil ama oluyor işte.
Ankara Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bir Fetva Heyeti vardır. Maalesef bu Fetva Heyeti Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü mezhebinin batıl olduğunu delil ve gerekçeleriyle halka ilan etmiyor. Bu vazifesini yerine getirmediği için de ayakları kayanların vebali Başkanlığa ve Heyete aittir.
Ülkemizde batıl, bozuk ve sapık Fazlurrahmancılık mezhebi de yayılıyor. Diyanetten ve Fetva Heyeti’nden tıs çıkmıyor.
Tarihe karışmış, nesli tükenmiş olan Mutezîle Mezhebi Türkiye’de hortladı, ona da ses çıkartan yok.
İranlı bir zındık, İslam Şinasi adlı kitabında açıkça “Allah gerçek bir Janus’tur’’ diye yazdı. Janus, iki çehresi olan bir Roma putudur. Bu zatın kitapları Türkçe’ye çevrildi. Diyanetten bu konuda cılız bir inilti bile çıkmadı… Dahasını da söyleyeyim: Onun, içinde binlerce vahim hata bulunan kitapları Diyanet Vakfı Kitabevleri’nde satıldı.
Türkiye Müslümanları üniter yapıya sahip tek bir ümmet olmadığı, bu ümmetin başında raşid bir İmam bulunmadığı, İmametin bir Şûrası, bir Meclis-i Meşâyihi, bir Fetva Heyeti olmadığı için korkunç boşluklar, ihmaller, gafletler oluşmuştur.
Gazetelerde, televizyonlarda açık oturumlarda Kur’ana, Sünnete, Şeriata aykırı bir sürü laf ediliyor, bunlara cevap veren kurumlar yok.
Diyanete sızan feministler dinimizi yıkmak için bir yığın dolap çeviriyor, bunlar da engellenmiyor.
Yıllarca uğraştılar, yüz kişilik bir heyet kurdular, devlet bütçesinden büyük paralar harcadılar, Resulullah Efendimizin hadislerini Avrupa standartlarına göre ayıkladılar, on milyonlarca Müslümanın bu hıyanetten haberi yok.
Josef Yusuf… Abraham İbrahim… Jesus İsa…
İyi uykular, sayın kardeşlerim…
• (İkinci yazı)
Bin Bir Saltanat
ÜLKEMİZDE birçok kesimler, haklı veya haksız isteklerini dile getiriyor, baskı yapıyor, hukukî veya siyasî yollara başvuruyor; ısrar, inat ve sebat ediyor, hak arama konusunda bıkmıyor, usanmıyor. Bunun tek istisnası, çoğunluğu oluşturan Sünnî kesimdir. Sünnî kesimin üzerine sanki ölü toprağı serpilmiştir. Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir hürriyet ve serbestlik var ama Sünnîler İslam medreselerinin açılması konusunda faaliyette bulunmuyor.
Tasavvuf tekkelerinin açılması için çalışmıyor.
Bağımsız bir Ümmet teşkilatı istemiyor.
Müslümanların başına râşid ve kâmil bir zatın gelmesi için herhangi bir kıpırdanma yok.
Sünnî çoğunluk dehşetli bir umursamazlık, tembellik, rehavet, gaflet içinde.
Herkes için söylemiyorum, Sünnîlerin bir kısmı bozuk düzen ve sistemin haram ve necis rantlarını yemeye çalışıyor.
Sünnîler, birlik olmamanın şeytanî lüksü içindeler.
Bendeniz bu lüksü, bu rehavetin akıbetini iyi bilirim. Bir ara Suriye Müslümanları da böyleydi.
Mısır Müslümanları da böyleydi.
O iki İslam ülkesinde Sünnîler çoğunluktaydı ama asla birleşmiyorlardı.
Zengin ve orta halli Sünnîler çocuklarını askerî okullara göndermiyorlardı.
Suriye’de ve Mısır’da bir değil, bin başlılık vardı.
Aman birlik olalım, tefrikayı ve bölünmüşlüğü bırakalım diyenlere, bir şey olmaz bir şey olmaz, İslamın zaferi yakındır diyorlardı.
Ah bu gaflet, ah bu rehavet, ah bu yan gel de yat, ah bu oh kekâh!...
Suriye Müslümanları bir ve beraber olsalardı, bir büyük İmam’a biat ve itaat etmiş olsalardı, tesanüd içinde olsalardı, durum böyle mi olurdu?
Allah Allah!.. Mısır’daki meşru İhvan iktidarına karşı Selefî Nur Partisi, darbecileri desteklemiş, Müslüman kardeşlerini sırtından hançerlemişti.
Parçalanmış, bölünmüş olmanın dayanılmaz zevki, lüksü, israfı…
Türkiye Sünnîleri bin parçaya ayrıldı diyorum. Dokuz yüz doksan dokuz mu, bin mi, bin bir mi?
Ümmet yok, İmam yok, bin bir saltanat var.
Dağınıklık yetmiyormuş gibi iki aydan beri birbirimizi yiyoruz.
Bozuk düzen ve sistemin rantlarını yiyenlerin hak arayacak halleri mi var?
Sünnî kesimde ne kadar çok baron var!..
Ne kadar çok saltanat var!..
Ne kadar çok tantana var!...
Baksanıza Resulullah Efendimizi (Salat ve selam olsun ona) asumandan kesif bir nur huzmesi halinde zemine indirip bir kamyonete bindirmişler.
Efendimizi kadın ve erkeklerin karışık oturduğu, sahnesinde genç kızların çalgıların eşliğinde neşideler terennüm ettiği toplantılara bile getiriyorlarmış.
Şimdi birlik, beraberlik, Ümmet, tek râşid İmam, anlaşma, dayanışma, vifak, güç birliği, kaybedilmiş hakları arama zamanı değildir.
Bölünmüşlüğün, tefrikanın, fitne ve fesadın, nifak ve şikakın, birbirimizi yemenin, birbirimizin gözünü oymanın dayanılmaz lüksü ve konforu içindeyiz.
Ne zamana kadar?.. Suriye, Mısır…
http://www.habervaktim.com/yazar/63756/musluman-cocuguna-josef-ismini-koymuslar.html
Ali Karahasanoğlu / Yeni Akit

Tayyip ile ipleri kopar ABD ile arayı aman bozma!

19 Şubat 2014
 
Ali Karahasanoğlu / Yeni Akit
 
Sorulsa, “Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘Alo Fatih’ telefonları mı daha fazla seni şaşırttı.. Yoksa Fetullah Gülen’in ‘Alo Şefkattepe’ telefonları mı?”
Çok açık ve samimice cevap vereyim.
“Gülen’in konuşmaları..”
Üstelik, ikisini birbiri ile kıyas bile yapamayacağım derecede..
Niye?
Tayyip Erdoğan, deşifre edilen telefon konuşmalarında söylediklerinin büyük kısmını, zaten açıktan da yapmıyor mu?
Taaa büyükşehir belediye başkan adaylığı dönemine kadar gidin..
Sürekli medya tarafından engelleniyor..
Engellenmeye çalışılıyor..
O da postasını koyuyor..
Medya patronlarına/yöneticilerine, keydanlarda yüksek sesle derslerini veriyor..
Basın toplantılarında hadlerini bildiriyor..
Daha önce, Kanuni Sultan Süleyman dizisindeki tahrifatlarla ilgili olarak, restini çekmemiş miydi?
Bu hafta yine, Kanuni dizisi hakkında, medya patronlarına, o dizinin senaristlerine eleştirilerini yapmadı mı? 
Çok somut bir örnek daha..
Geçtiğimiz hafta Zaman gazetesi muhabirine, Başbakan’ın canlı yayında dediklerini izlemedik mi..
O görüntülerden daha ağırını mı dinledik, “telefon kayıtları”nda? 
Tabii ki hayır..
Başbakan, gizli saklı bir faaliyet içinde değil..
Daha önce de, onlarca haberi açıktan eleştirip, “Hesabını soracağız” demişti!
Hatta meydanlardaki aleni söyleminin, telefon kayıtlarındaki söyleminden çok daha sert olduğunu bile, rahatlıkla ifade edebiliriz. 
Şu hususu da hatırlatayım..
Başbakan bu ülkenin seçimle gelmiş, en yetkili kişisi..
Ülkenin en ücra noktasındaki küçücük bir hatayı bile, onu sorumlu tutarak dillendiriyor, onun üzerinden hesap sormaya kalkışıyoruz..
Ambulansın geç gelmesini..  Elektriğin kesilmesini..  Suyun az akmasını..  Her şeyi, ama her şeyi getirip Başbakan’a bağlıyoruz..
Çok daha önemlisi..
Bu ülkenin çocuklarının kardeş kavgası ile ölümlerinin önüne geçmesi için de, Başbakanı sorguluyor, sorumluluğu onun üzerine yıkıyoruz.. 
Böylesi bir ortamda, “Alo Fatih” denilerek, dalga geçmeye kalkışanlar, ne derece haklılar? 
Çözüm sürecini tersine çevirebilir endişesi ile, “Şu haberi öyle yapmanız, yanlış olur” diye hatırlatma yapması, televizyoncuları ikna etmeye çalışmasında, yanlış olan nedir? 
Şöyle yapsa..
“AK Part’nin anketlerde oyları azaldı.. Bari siz oylarımızı şişirin de, batışımız hepten hızlanmasın” türünden laflar etse..
Kendi partisi lehine bir talepte bulunsa..
“Bu yapılamaz” derim.
Benden böyle bir talepde bulunulsa, “buna hakkınız yok” derim.. Direnirim..
Ama bakın konuşmalara..
Başbakan kendi siyasi partisi için bir şey istemiyor..
Akan kanın durduğu bir ortamda, yeniden kan dökülmesini isteyenlerin ekmeğine yağ sürülmemesi için, ikazda bulunuyor.. 
Bu ikazın tam aksine ifadeleri/kışkırtmaları, şu yazar söyleyecek..
Bu muhabir; tam aksi tehditleri haberine ustaca yerleştirecek..
Başbakan’ın ülke ve millet faydasına olanı söylemesine ise engel olacağız!
Bunu hangi ehli vicdan kabul eder! 
Bu konularda, yazardan, muhabirden çok, Başbakanın konuşmaya hakkı yok mu? 
Sandıkta hesabı, millete kim veriyor? 
Çocukları askerde olan anne-babaların derdini kim dinliyor?.. 
...
Boğaza karşı viski içenlere ne ki!
Yalısına bir geceliğine atacağı karıyı-kızı düşünenlere ne ki!
Parasını yiyeceği patronların kafalamanın hayalini kuran gazeteci kılıklı aşüftelere ne ki..
Onlara ne ki, onlar istediklerini yazacak, Başbakan düşüncesini açıklamayacak!
Başbakan ile ilgili  telefon konuşmalarını böyle yorumladıktan sonra..
Gelelim, Fetullah Gülen’in, eski konuşmalarına göre, beni daha da şaşırtan dün ortaya çıkan konuşmalarına..
Siz, Fetullah Gülen’in, dünkü konuşmalarının, hiçbir vaazında, hiçbir sohbetinde, hiçbir yazısında ima bile edildiğini gördünüz mü?
Hayır..
İşte şaşılacak şey budur..
İşte gizlenen şey budur..
Ne diyor dünkü konuşmalarda Gülen?
“ABD ile arayı bozmamak lazım..”
Nokta..
Bu sözü söyleyen Gülen, artık ne dese boştur..
Gülen bir politikacı değil..
Ona ne, ABD ile arayı bozup bozmamaktan?
Kaldı ki, vaazlarında, hep Müslümanları anlatan.. Samimi olmayı.. İhlaslı olmayı.. Böyle olunursa, her türlü belayı defedebileceğimizi söyleyen Gülen, niye “ABD ile arayı bozmamak lazım” diyor? 
İşte açıklanması gereken “telefon konuşması” budur.. Gülen’in tüm vaazlarındaki samimiyetini sorgulatan, bu “telefon konuşması”dır..  
Hasan Karakaya / Yeni Akit

Cemaat medyası Paralel Yapı’nın neresinde... Dışında mı, tam göbeğinde m

19 Şubat 2014
Çok yazdım, yine yazayım...
Hani, Bedii Faik’in bir yazısı vardır:
Adam; sokakta dalgın dalgın yürürken, bir köpeğin “kuyruğuna” basmış!..
Can havliyle havlamış köpek!..
Adam şaşırmış...
“Hayret” demiş;
“Ben köpeğin kuyruğuna bastım!..
Ama ses, ağzından çıktı!”
Şöyle bir düşünüp, “teşhis”i koymuş:
“Kuyruğuna bastığım halde ağzından ses çıktığına göre, demek ki; kuyruk ile baş arasında organik bir bağlantı var!”
Gündemdeki olaylar da öyle...
Herhangi bir “olay”da, birinin “kuyruğuna” basıyorsunuz ama ses “başka taraftan” geliyor!.. O zaman da, ister istemez soruyorsunuz: “Bunlar arasında organik bir bağ mı var?”
CEMAAT MEDYASI’NIN NEYİNE?
Her neyse...
“Köpek-kuyruk-ağız” meselesini burada bırakıp, “olaylara ve yankılarına” bir bakalım... Görelim bakalım ne nedir, kim kimdir?..
Son örnekten başlayalım...
Efendim, malûmlarınız olduğu üzre, muhabirimiz Murat Alan; 16 Şubat tarihli Akit’in sürmanşetinden “Coş’a Paralel tezgâh” başlığıyla verilen haberinde demişti ki;
“Adana’daki 10 Kasım provokasyonunu, ihanet şebekesinin tezgâhladığı ortaya çıktı... İki aşamalı bir plan yapan paralel ekibin, önce isimsiz DHKP-C ihbarıyla valinin güvenliğinden sorumlu yakın koruma birimine nüfuz ettiği, daha sonra Vali Coş’un aracının marjinal grupların ortasına çekildiği ifade edildi.
Olayı araştıran istihbarat birimleri 30’a yakın sivil ve üniformalı polisin saldırıyı seyretmekle yetindiğini, sadece birkaç trafik polisinin saldırgan gruba müdahale etmek üzere hareketlendiği belirledi.”
Gördüğünüz gibi;
Murat’ın haberinde DHKP-C’den söz ediliyor, “ihanet şebekesi”nden söz ediliyor, “Paralel Yapı”dan söz ediliyor, “saldırıyı seyreden polisler”den söz ediliyor...
Bu durumda, “cevap” vermesi gerekenler “adı geçenler” olmalı değil midir?..
Yoo, hayır!..
Cevap, Zaman gazetesinden geliyor, Sözcü gazetesinden geliyor, Samanyolu ve Bugün televizyonlarından geliyor!..
İyi de, sorarlar adama;
“Size ne oluyor beyler?”
Sizin ihanet şebekesi ile, DHKP-C ile, Paralel Yapı ile ya da “seyirci polisler” ile bir bağınız, bir bağlantınız mı vardır ki, onları savunmak size düşüyor?..
Size lâf atan mı var?..
Sizi suçlayan mı var?..
Hem; “Hükümet, bir Paralel Yapı’dır tutturmuş gidiyor... Hani nerede bu Paralel Yapı?.. Kimler var bu yapıda?” diye soruyorsunuz; hem de; “Paralel Yapı”ya maledilen bütün eylemleri savunma ihtiyacı hissediyorsunuz?.. Size “ihanet şebekesi” diyen var mı ki, Akit’e saldırıyorsunuz?..
Siz kimsiniz arkadaş?..
Size ne “Paralel Yapı”dan?..
Size ne “ihanet şebekesi”nden?..
Size ne “örgüt”ten,
Size ne “ittifak”tan?..
Siz bir “Cemaat”, siz bir “Camia”, siz bir “Hizmet Hareketi” değil misiniz?..
O halde;
Sizin ne işiniz olur “Paralel Yapı”yla, ne işiniz olur “İhanet Şebekesi” ile, “Örgüt”le veya “Elebaşı” ile?..
17 ARALIK SİZİN NEYİNİZE?
Hem “ilgimiz yok” diyorsunuz, hem de, her şeye “sazan” gibi atlıyor, “hıyarım var” diyen birinin peşinden “tuzluğu” kapıp, koşuyorsunuz?..
Söyleyin Allah aşkına;
Kimsiniz siz?..
Necisiniz?..
Hadi, “Dershane” tartışmalarında takındığınız “saldırgan” üslubu anlayışla karşılarım; nihayetinde “can damarlarınıza” yönelik bir girişim vardı...
Ama; bir “darbe girişimi” olan “Kirli 17 Aralık Operasyonu”nun neresindesiniz,
“25 Aralık Operasyonu”nun neresindesiniz?..
Bu “darbe girişimi”nde, bu “kirli operasyon”da, bu “Türkiye’ye diz çöktürme” ihanetinde rol alan “hakim”ler, “savcı”lar ve “polis”lerle ne gibi bir bağınız, ne gibi bir bağlantınız var ki, Hükümet’in “yer değiştirme” kararlarını “Yargıda ve Emniyet’te kıyım” diye haberler yaptınız?..
Ne o, yoksa;
Yerleri değiştirilen “yargı mensupları” ya da “polisler” ile “Cemaat’in bir bağı ve bağlantısı” mı var?..
Siz, onları “Pensilvanya’dan emir ve talimat aldıkları” için değil de, “kara kaşları, kara gözleri” için mi seviyorsunuz?..
Hem; “Cemaat’in bu taraklarda bezi olamaz” diyorsunuz, hem de “CHP’den daha gaddar” bir muhalefet yürütüyorsunuz!..
Açıkça söyleyin;
“Onlar bizim adamlarımız... Biz, Hoca’mızın rüyasında gördüğü soruları(!) bu insanlara verip sınavları kazanmalarını sağladık... Onlar Cemaatimizin adamlarıdır o yüzden sahip çıkıyoruz.”
Bunu deyin ki, “Hükümet’e muhalefet”inizin sebebini anlayalım...
Değilse, sorarız;
“Hakim ve savcılar ile polislerin derdi, sizi niye bu kadar gerdi?”
O DA HAKİM, BU DA!
Malûm, eskiden; “Benim teröristim iyidir, seninki tu kaka” şeklinde bir mantık vardı... Bu mantık, son haftalarda “Benim hakimim iyidir, seninki tu kaka”ya dönüştü...
Malûm; Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan, geçtiğimiz günlerde “tahliye” edildi... Hem de, kendisine; “yurtdışına çıkış yasağı” bile konulmadı... Dahası, “hukuka aykırı delillerle tutuklandığı” ifade edildi...
Bu tahliye; 16 Şubat tarihli Zaman gazetesinin 1. sayfasındaki “Haber Analiz” bölümünde; “Yolsuzluk soruşturmasını boşa çıkarma girişimi” olarak yorumlandı, iyi mi?..
Denildi ki;
“Yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasında eski Halkbank Genel Müdürü Süleyman Aslan ile birlikte 13 şüpheliyi tahliye eden Sulh Ceza Hakimi Hulusi Pur, bazı şüphelilerin CMK 138’de düzenlenen ‘tesadüfi delillerle’ suçlandığını ve bunların hukuka aykırı delil olduğu için soruşturmada kullanılamayacağını iddia ederek karar veriyor. Baştan sona yanlış bir kararla şüphelilerin adeta aklanmasının yolu açılıyor.”
Şu hâle bakın;
Hakim Hulusi Pur’un kararı için “baştan sona yanlış bir karar” diyorlar...
Peki be adamlar, peki be madamlar; “tahliye” kararı veren hakimin kararı “yanlış”tır da, “tutuklama” veren hakimin kararı “doğru” mudur?..
O da hakim, bu da hakim...
Biri “tutuklama” vermiş, biri “tahliye” etmiş... Hani yargı “bağımsız”dı; hani “tarafsız”dı... Ne o; yoksa “tutuklama” kararı veren hakim, “Paralel Yapı”dan emir aldığı için mi kararı “doğru” oluyor?.. Hakim Hulusi Pur, “delillere ve vicdanına göre tahliye kararı” verdiği için mi, onu “tu kaka” ilân ediyorsunuz?..
Bir karar verin artık;
“Paralel Yapı”nın neresindesiniz?..
Kıyısında veya köşesinde mi,
“Tam göbeğinde” mi?..
Hem; size ne verilen “karar”dan?.. Siz “gazeteci” misiniz, yoksa “hakim ve savcı” ya da “cellat” mı?..
Siz, hakim için “tu kaka” derseniz, ben de derim ki; 17 Aralık’taki “kirli operasyon”, kesinlikle bir “yolsuzluk-rüşvet operasyonu” değil, bir “darbe girişimi” idi... Demek oluyor ki, “Cemaat medyası” olarak, sizler bu “darbe girişimi”nin içindesiniz...
Kıyısında-köşesinde değil,
“Tam göbeğinde!”
“Tutuklama” kararını veren hakimleri göklere çıkarırken, “tahliye” veren hakime “linç” uyguladığınıza bakılırsa, sizler “gazeteci” filan değil, “Paralel Yapı’nın tetikçileri” ya da “embedded”lerisiniz!..
Bari, bunu itiraf edin!..
S. ARABİSTAN’DAKİ OKUL!
“İtiraf” dedim de, aklıma geldi... Malum, Akşam’dan Murat Kelkitlioğlu, geçenlerde bir yazı yazmış ve “Suudi Arabistan’daki Cemaat okullarında okuyan öğrencilerin gece 03.00’te Teheccüd Namazı’na kaldırıldıklarını, ardından da, Erdoğan ve Hükümet için Kahhar Duası yaptırıldığını” yazmış, ben de bu yazıyı köşeme almıştım... Ama; “Suudi Arabistan’da Cemaat okulu yok, Kahhar duasını yaptıranlar Cemaat’in öğretmenleridir” diyerek...
Ne yaptılar, biliyor musunuz; Murat Kelkitlioğlu’nu topa tutup; “Suudi Arabistan’da Cemaat okulu olmadığını bile bilmeden bize çamur atıyor” dediler...
Kelkitlioğlu da, bunun üzerine 16 Şubat’ta bir yazı yazıp, dedi ki; 
“Cemaat okullarındaki öğrencilerin gece yarısı uykudan kaldırılıp beddua ettirildiğini yazınca fırtına koptu. Suudi Arabistan’daki okulda da bu duanın ettirildiğini yazınca bazı çevreler, ‘Cemaatin Suudi Arabistan’da okulu yok. Bilip bilmeden nasıl yazıyorsun, çamur atmak istiyorsun’ suçlamalarıyla linç kampanyası başlattı.
Arkadaşlar, bedduayla ilgileneceklerine okulla ilgilenmeyi seçtiler.
Okul Suudi Arabistan’da, Medine’de, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir okul.”
Yazının devamı da var ama, “Cemaat’in televizyonları” yazının buraya kadarını alıp, dediler ki;
“Kelkitlioğlu S. Arabistan’da Cemaat okulu olmadığını, o okulun MEB’e bağlı bir okul olduğunu itiraf etti.”
Ne oldu böylece?..
Kelkitlioğlu “yalan” yazmış ve yalanı da “itiraf” etmiş oldu!..
Eee; “Sarhoşken namaza yaklaşmayın” âyetinin, sadece “namaza yaklaşmayın” bölümünü alırsan, “namaz”dan da kurtulursun, “niyaz”dan da!..
“Cemaat televizyonları”nın yaptığı da bu... Yazının yarısını alıp, “itiraf etti” diyorlar... Oysa, o yazının devamı vardı ve şöyleydi:
“Ancak; nasıl ki Türkiye’de, Emniyet’te, yargıda, bürokraside, Milli Eğitim’de olduğu gibi ‘paralel yapı’nın personeli ağını kurmuşsa bu okulda da kurmuş... Sadece bu okula değil, diğer birçok Milli Eğitim Bakanlığı’na ait okullara bu yapının adamlarının atanması için baskı yapılıyor. Biraz araştırırsanız, bu okuldaki cemaat ağırlığını çok rahat anlarsınız.
Bu yapılanlar resmi, legal işler değil ki. Tam anlamıyla illegal, korsan uygulamalar.”
Kelkitlioğlu’nun dediği gayet açık;
“O okul Cemaat’in değil, Milli Eğitim’in olsa da, öğretmenlerinin tamamı ya da çoğunluğu Cemaat mensubu!”
BEN O OKULU BİLİYORUM
Dikkat edin;
Cemaat televizyonları, “okul” üzerinden gidip, dikkatleri “öğretmen”lerden ve “beddua”dan uzaklaştırıyorlar... Adamlarını “korumaya” alıyorlar!..
Demiyorlar ki; 
“Yalan yazıyorlar... Kahhar duası diye bir şey yok!”
Bunu deseler, tamam...
Ama, demiyorlar... Demek oluyor ki, öğrencilere “Kahhar duası” yaptırıyorlar...
Haa, şunu da söyleyeyim:
Ben, “Medine’deki o okulu” gördüm... Okulun bulunduğu mahalleye “Türk mahallesi” denildiğini de biliyorum... Orada oturan ailelerin çoğu da “Cemaat’ten!”
Dahası da var;
“Cemaat’e mensup gazeteciler”, hemen her yıl “Hac’ca gelen gazeteciler”e allem ederek, kallem ederler ve mutlaka “MEB’in o okuluna” götürürler ve hatta orada “yemek” bile ikram ederler!..
Ben onlarla gitmedim ama giden arkadaşlar “aynen böyle” diyorlar.
Peki, sormazlar mı adama;
“Orası MEB’in bir okulu ise, gazetecileri oraya niye götürüyor, niye yemek ikram ediyorsunuz... Demek oluyor ki; okul Milli Eğitim’indir, ama öğretmenler Cemaat mensuplarıdır!..”
Ohh, ne alâ memleket;
Davul MEB’in omzunda,
Tokmak Cemaat’in elinde!..
Her yerde olduğu gibi...
Böyle bir okuldan “beddua” çıkması gayet normal değil midir?..
MEDYADA PARALEL İTTİFAK!
Neyse, uzatmayalım... Gelelim, şu; “Ne değişti de Hükümet, Cemaat’i hedef almaya başladı” sorusunun cevabına... Aynı soru, Cemaat’e de sorulmalı değil mi?.. “Ne değişti de, Hükümet’e yönelik darbe girişiminde rol alıyorsunuz?.. Ne değişti de, dün Ak dediğinize bugün kara diyorsunuz?”
Meselâ, şu “Kabataş’taki saldırı” olayı...
Zaman gazetesi, 13 ve 14 Haziran tarihlerinde diyordu ki;
“Taksim Gezi Parkı olayları 17. gününü geride bırakırken, 25 yaşındaki bir anne, başörtülü olması sebebiyle bir grup eylemci tarafından darp edildi... Darp edilen genç annenin 6 aylık bebeği sütten kesildi...
(...)
O gelin konuştu: Kadınlar küfrediyor, erkekler vuruyordu.”
“Dün” böyle diyen Zaman’cılar; geçtiğimiz günlerde “Kanal D’nin yayınladığı servis görüntüler”den sonra dediler ki; “Kabataş muamması... Görüntülerde, iddia edildiği gibi, yarı çıplak 70-100 kişilik grubun şiddeti görülmüyor!”
Demek oluyor ki;
Gazetecilik ilkeleri de, “17 Aralık’tan önce-17 Aralık’tan sonra” diye ikiye ayrılmış...
Bu durumda, “ne değişti?” sorusuna, asıl kendileri cevaplamalı değil mi?..
Bu olay, ortada bir “Paralel ittifak” olduğunu da ortaya koydu... Meselâ, Aydın Doğan; “Biz tarafsız yayın yapıyoruz” derken, her nasıl oluyorsa, Hürriyet, Posta ve Radikal gazetesi ile Kanal D ve CNN Türk’ün yayınları, “Cemaat medyası” tarafından “referans” gösteriliyor, iyi mi?..
Meselâ, Akit olarak biz “Cemaat medyası” ile ilgili bir eleştiri yapıyor, bir “yalan”larını ortaya koyuyoruz...
Cevap, ya Sözcü’den geliyor, ya Taraf’tan, ya da Karşı’dan!..
Eee, hani “ittifak” yoktu?..
Bırakın ittifakı, neredeyse “organik bir bağ” var aralarında!..
HÂLÂ PARALEL Mİ ARIYORSUNUZ?
Uzun lâfın kısası;
Cemaat, eğer “Paralel Yapı” ile bir ilgisinin olmadığını iddia ediyorsa; bir an önce ve derhal “kenara çekilmeli” ve Hükümet’e yönelik “saldırgan tavrına” son vermelidir!..
Aksi halde;
Yarın-bir gün “Paralel Yapı”dan hesap sorulduğunda, “örgüte yardım ve yataklık”la suçlanabilirler!..
Demem o ki; hâlâ “Paralel” arıyorsanız, “kendinize” bakın!..
Örgütün “içinde” değilseniz,
Derhal “dışına” çıkın!..
Zira, sorarlar adama;
“Paralel Yapı’nın kuyruğu”na basınca, niye siz cıyaklıyorsunuz?..
Yoksa siz “baş” mısınız?..
“Elebaşı” mısınız?..

*********************************************
Despot ve diktatör mü arıyorsunuz?
Başbakan Tayyip Erdoğan için; “Tek karar verici o... Diktatör!.. Despot!..” diyorlardı ya, bence “despot” kimdir, “diktatör” kimdir, “tek karar verici” kimdir, bunu anlamak için Fethullah Gülen’e bakmakta yarar var...
Dün ortaya çıkan “kaset”leri de gösterdi ki, ortada “Hocaefendilik” filan kalmamış!.. “Aday”lar ona soruluyor, “Aydın Doğan medyasının izleyeceği strateji” ona soruluyor... “Radyo”da kim program yapacak, “hangi toplantıya kimler katılacak” ona soruluyor... Samanyolu TV’deki Şefkat Tepe dizisinin “senaryo” ve “replik”leri bile ona soruluyor ki, diyecek söz bulamadım...
Adam, her şeyden anlıyor!!!..
“Despot” ve “diktatör” arayanlar Fethullah Gülen’e baksınlar!.. 

Durmak yok, yola devam!

Abdurrahman Dilipak / Yeni Akit

 
 
 
 
 
 
 
 
19 Şubat 2014
Abdurrahman Dilipak / Yeni Akit


Cemaate yakın durmayıp, ama cemaatle paralel konumda bulunan bazı isimlerin de masaya oturup işe girişmeleri, ilginç. Sanki kripto birtakım adamları ve yedekleri de göreve çağırıyorlar gibi..
Kripto tipler cemaatin talimatı ile hareket etmezler.. Onlar başka merkezlerden gelecek sinyallere bakarlar.. Böyle bir durum ya sistemin uluslararası aktörlerinin de bu yönde bir karar vermesi ile mümkün ya da bu adamlar durumun vehametini görüp kendiliğinden yardıma koştular ve uluslararası sistemin bu konuda vaziyet alması için inisiyatif üstleniyorlar..
Bu iş AK Parti-cemaat hesaplaşması değil, bu uluslararası sistemin cemaat vasıtası ile AK Parti üzerinden İslam dünyası ile hesaplaşması.. Büyük fotoğraf bu. Bu hesaplaşma AK Parti’ye ülke içinde ve İslam dünyasında verilmek istenen rolün reddedilmesi ile ilgili.. Yani dershane filan işin kandırmacası..

MİT’e yönelik saldırılar, aslında iktidarı teslim alma hamleleri. İHH’ya saldırılar ise, “kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle” kabilinden İslam dünyasına açılımların engellenmesine yönelik hamleler..

Cemaat denen yapı, tek bir yapıdan oluşmuyor. Bu hareket yeni başlamış bir hareket de değil.. Ta işin başında Hilafeti buzdolabına kaldırırken de birtakım planlar yapılmıştı. Menderes dönemi de bir proje idi.. 60 darbesinin 12 Mart’ın da bir din projesi vardı.. 12 Eylül’de de bu iş ciddi bir şekilde ele alındı ve Diyanet üzerinden dine ve dindarlara ayar verilmeye çalışıldı.. Sufi ve Şii düşmanı Vehhabilikte, Şii ve Selefi’yi tekfir eden Sufi akımların ortaya çıkmasında ya da Sünnileri ve Selefileri Yezidi gören Şii anlayışında da bu uluslararası güçlerin provokasyonlarını görmek mümkün..

Özal’ı siyasete taşıyan süreç ya da Çiller’in bir gecede hidayete erip Erbakan’la koalisyon kurması da tabii bir süreç değildi.. 12 Mart’ta Erbakan’ın İsviçre’ye gitmesi, sonra gelip MSP’yi kurması gibi.. Sanki “Muhtar bile olamaz” denen Erdoğanın milletvekili seçilip başbakan olması çok mu olağan bir hadise idi.. Baykal nasıl öyle bir gecede hidayete erdi de bu plana destek verdi ki!

Erdoğan’ın şiir okudu diye mahkûm olması gibi, yeniden siyasete taşınması da hukuk açısından garipliklerle dolu idi. İşte bu garipliklerin hepsinin arkasında bu garip yapı var! Savaşlar, darbeler, terör, ekonomik krizler bu garip yapının müdahalesinin eseri genellikle.. Bu garip yapının kadrosunda her zaman şeyhler de var fahişeler de.. Gazetecisi de var, işadamı da, bürokratı da, politikacısı da.. Yok yok yani!

Yine hemen belirtelim ki, bu adamlar sadece dindar ve dini karakterli kişi ve yapılarla çalışmıyorlar sadece.. Aralarında herkes var! Sadece Türkiye’yi değil, İslam dünyasını istiyor. Daha doğrusu bunu cemaatin sponsor olan uluslararası sistem istiyor.. İslam dünyasını teslim almak istiyorlar. Türkiye bunun ilk kazanımı ve merkez üssü olacak! Ardından bu proje tüm İslam coğrafyasına yayılacak.

İngilizler Şerif Hüseyin’i niçin Halife yapmak istiyor idi iseler bu proje de aynı gayeye hizmet edecekti.. TSE damgalı bir dinin yerini “Euro İslam” alacaktı.. İsrail’in varlık ve güvenliğine, batılı kavram ve kurumlara, Amerika’nın stratejik hedeflerine ve uluslararası düzene karşı tehdit oluşturmayan “dine karşı yeni bir din” icad edilecekti..

Bazılarına bu yapıyı anlatsanız da anlamazlar. Daha doğrusu anlamak istemezler. Hatta bu yapının içinde olsalar da. Hani derler ya “ol mahiler ki, derya içeredir de deryayı bilmezler” İşte öyle bir şey..

Aslında biz bu yapılarla ilk kez yüzleşmiyoruz.. Ya da inanç sistemleri, reform girişimleri ilk kez olmuyor..

Geçen gün Türk dizilerinde oynayan bir sanatçı, dizilerde toplum mühendisliği yapıldığını, “özgür ve Müslüman” karakterinin desteklendiğini, bu karakterin Türkiye üzerinden Arap dünyasına, İslam dünyasına pazarlandığını söyledi.. İçki de içerim, aşk da yaşarım, Müslüman da olurum havasında bir algı! Bir adım ötesinde lezbiyen ve homoseksüel evliliklerinin bağımsız camilerde dini şekilde nikahlanmalarını sağlamak..

Sistem Sünnisine de, Alevisine de, Selefisine de ayar çekmek istiyor..
Yaşanan süreçte, sadece din algısı değil, tarih algısı da değiştirilmeye çalışılıyor.

Bu kez “topyekun saldırı” sadece askeri değil, ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel derinliğe sahip!
Bu işe kenarından kıyısından bulaşanların ağzını bıçak açmıyor.. Sır vermiyorlar.. Bunları eleştirirsen kıyameti de kopartıyorlar.. Kendilerine bir şey söyleme de kime ne dersen de, umurlarında değil.. Her şey sır ve her zaman her yerde takiyye! Gayeye giden her yol meşru. Sonunda öyle bir noktaya geliyorlar ki, artık geri dönüşleri de mümkün değil. Kendi yalanlarına kendileri de inanmaya başlıyorlar.. Aklın sınırlarını zorlayıp, esoterik bir dünyaya sığınıyorlar. Kehanetler, cifirler, yıldız hesapları.. Sonunda kendileri de işin içinden çıkamayacakları bir noktaya geldiklerinde tek çözüm Mehdiyet ve Mesihiyet oluyor. Kıyamet teolojisine sığınıyorlar..

Söyleyeyim, bunların kadrolu Mehdi’si de hazır. İşaret bekliyor olmalı!. Fosfor emdirilmiş kumaştan cübbesi ile gece karanlığında çevresine nurlar saçarak yürüyen bir Mehdi’nin peşinden koşacak o kadar çok insan var ki. Kalkancı olayını hatırlayın!

Aman dikkat! Bu hikaye bugünden yarına bitmeyecek.. 25 yıllık bir projenin bir ayda ortadan kaldırılması çok kolay değil. Durmak yok, yola devam, bakalım kimin yolculuğu nerede bitecek!

Selâm ve dua ile..

“Cumhuriyet Zulmünü De Dizi Yapın…”

Uydurma senaryolu dizilerle Osmanlı ve Padişahlarını kötü göstermeye çalışan malum medyaya tepkiler sürerken, ihvanlar’dan çarpıcı bir çağrı geldi: “Cumhuriyet zulmünü dizi yapın öldürülen şehzadeyi değil katledilen halkı konuşalım…”
“Cumhuriyet Zulmünü De Dizi Yapın…”
19 Şubat 2014
İhvanlar.net’te yayınlanan yazı şöyle: “Bildiğiniz gibi uyduruk senaryoları “gerçek tarihi şahsiyetlerin” isimlerini kullanarak dizi yapıyorlar. Dış mihrakların dayattığı bir tarih algısını millete yutturmaya çalışıyorlar. Medya da üzerine düşen görevi yaparak bunun yayılmasında vesile oluyor.
Geçtiğimiz günlerde “yalan makinesi” gibi ardı ardına uydurulan senaryo ile yapılan Muhateşem Yüzyıl adındaki dizide bir şehzadenin öldürülmesi konu yapılmış. Bu vesile ile ecdadımıza karşı insanların nefret duygularının kabartılarak soğutulması ve hatta hakaret edilmesinin hedeflendiği söyleniyor.
Bu proje dün Cumhuriyet kurulduğu zaman gazete ve mecmualar vesilesi ile yapılıyordu. Teknik gelişti ve artık tv ekranları insanların zihinlerini ele geçirmek için büyük bir araç haline geldi.
Dolayısıyla insanları “Osmanlı’ya düşman etmek” veya “Osmanlı’nın zihinlerdeki büyük Devlet” algısını yıkmak daha kola hale geldi.
Bu proje, kurulan Cumhuriyetin ayakta kalabilmesi için ilk dönemlerde çok büyük bir önem arzediyordu. Çünkü yeni kurulan bir sistemin ayakta kalabilmesi ve benimsenmesi için öncekinin kötülenmesi “tü kaka” yapılması lazımdı. Süleyman Demirel’in bir itirafı bu konuya ışık tutacak cinstendi:
 “Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Osmanlı kötülendi. Bunun bir sebebi vardı. Din kuralları ile idare edilen bir devletin yerine, Batı hukukunun esas alındığı Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni devleti oturtmak, sağlamlaştırmak için böyle yapılmak mecburiyeti vardı. Artık Cumhuriyet oturdu. Tehlike kalmadı. Hala Osmanlı’yı kötülemenin bir manası da kalmadı. Bunun kimseye faydası yok..”
Müslümanlar, Ehli sünnet tarihçiler vesilesiyle tarih, Ehli sünnet hocalar vesilesiyle din şuuruna vakıf olmaya başlayınca Osmanlı arayışları içine girmeye başlamışlardır. Dünyanın her yerinde akan kan ve göz yaşı da “Neredesin Osman’lı” dedirtir hale gelmiştir.
İşte böyle bir ortamda böyle diziler çekiliyor ki, bir kaç nesil bu zehri yutsun ve Osman’lı sevdası ortadan kalksın. Yani amaç tamamen ileriye yönelik.
Eğer İslami bir sistem bile gelecek olsa “Osmanlı” baz alınmasın istiyorlar…
CUMHURİYET TARİHİNDE İDAM EDİLEN İNSANLARI DİZİ YAPALIM
İslam sevdalısı, korkusuz bir topluluk yok ki, şu Cumhuriyet döneminde “İslamın kökünü kazımak ve halkı cahil bırakmak” için keyfi olarak yapılan idamları, katliamları dizi yapsın!
Zaten bu diziye de kimse sponsor olmaz korkusundan.
Adamlar “Ecdadımıza korkusuzca” iftira ederken kimseden korkmuyorlar ama biz Müslümanlar böyle bir şeye korkumuzdan cesaret edemeyiz….
Osmanlı’da diyelim ki bir “katl” var ise kendi evladı üzerinde gerçekleşiyor. Cumhuriyet kurulduktan sonra ise halk katlediliyor.
Size o dönemden bir kaç manzara sunalım sa bakın bakalım vahşet ve kan nerede?
TBMM Arşivi Konya İstiklal Mahkemeleri T14 No5 Zarf 48
Bozkırın nüfusu o tarihte köyleriyle birlikte bütün erkeklerinin idam edildiğini gösterir. Konya merkezinde 2300 kişi anında tutuklanmış, 805 kişi 3 gün içerisinde sırayla idam edilmiştir. 1495 kişide tutuklamalarla kürek, kala, bende ve ömür boyu gibi çeşitli cezalar ile cezalandırılmıştır.
Yer yine KONYA, 15 Kasım 1920
Bir adet istiklal mahkemesi görevini tutukluların çokluğundan yapamadığı için o bölgenin komutanı İsmet Paşa’ya  haber gönderir, İstiklal mahkemesi yetmiyor diye.4 tane istiklal mahkemesi daha gönderir.
Harp divanı denilen yerler vardı.Yargılamasız idam eden mahkemeler…Adam hukukçu değil, ”gel bakalım sakallısın, sarıklısın, şalvarlısın” gereği düşünüldü idam…
O istiklal mahkemeleri de yetmedi.10 tane de HARP DİVANI gönderildi.
İstiklal Mahkemeleri 1928 yılında bitmiştir. 8 yıl aralıksız hizmet veren İstiklal mahkemesinin Başkanı Kel Ali, yaptığı basın toplantısında diyor ki; biz 8 yılda sadece ve sadece 2875 kişiyi idam ettik.” Bu resmi rakam. Şimdi2875 kişiyi duyunca içleriniz ürperiyor.
Adamların resmi rakamı bu. Onlardan sadece 1 cellatın hatırasını nakledelim. Cellat KARA ALİ…
1928 yılında ”son tevrat” gazetesinde yayınladığı hatıralarında diyor ki   ”bizim patronlar yalan söylüyor. O kadar cellatın içinde sadece benim CELLAT KARA ALİ olarak idam ettiklerimin sayısı. Sadece benim sallandırdığım kişi sayısı 5216’dır”
Bir cellat 5216 kişi idam etmiş… Gerisini siz düşünün..
YÜREĞİNİZ YETİYORSA BUNU DA DİZİ YAPIN!
Hadi bakalım bir hesaplaşma olsun tarihle, bunları da senaryoya dökün ve bir dizi çekin. Yok olan, kararan hayatları ekrana taşıyın. İslamı nasıl yok etmek istediklerini, Cumhuriyet ve Kemalizm adına nasıl zulmettiklerini insanlara gösterin…
Evden bir gece ansızın alınıp daha gündüz gösterilmeyen hayatları da ekrana taşıyın. Türkçe ezan okuyor diye tüfek dipçikleriyle dövülerek aşağı atılanları da senaryoya katın.
Şehzadeye sahte göz yaşları döküyorsunuz da bakalım bir ideolojiye kurban edilen binlerce insana nasıl tepki vereceksiniz…
Ama konu Müslüman olunca kılınız kıpırdamaz sizin.
Ölen bir bir “sokak köpeği” olunca ortalığı “hayvanseverlik” adına ayağa kaldırırsınız, bir ermeni kendi bağlı olduğu örgüt tarafından amaca hizmet etmek amacıyla öldürülünce “hepiniz ermeni” olursunuz da bir değil BİN MÜSLÜMAN da katledilse sesiniz çıkmaz…
Gözleriniz görmez, kulaklarınız duymaz olur, lal oluverirsiniz anında…”

Taşgetiren: Hocaefendi Mi Sayın Gülen Mi?

Star Gazetesi yazarı Ahmet Taşgetiren bugünkü yazısında okuyucularından gelen eleştirileri de göz önünde bulundurdu...
Taşgetiren: Hocaefendi Mi Sayın Gülen Mi?
19 Şubat 2014
İşte Ahmet Taşgetiren'in "Hocaefendi mi Sayın Gülen mi?" başlıklı o yazısı:
Yazılarımda hala “Hocaefendi” ifadesini kullanmam bazı okuyucularım tarafından eleştiriliyor. “Niye hala?” sorularından geçilmiyor. Onların gözünde “Hocaefendilik” çoktan bitmiş durumda.
Wall Street Jurnal’e verdiği demeci “seküler ve siyasi” bulduğum için kendisinden “Fethullah hoca” diye söz ettiğimde, Camia’dan bir okuyucum, “Maşallah hızlı değişiyorsunuz, diye mail atmıştı, yakında Hoca, sonra Fethullah dersiniz” diyordu. Acaba der miydim? Ve neden derdim? Aynı okuyucum, mailinin bir yerinde “Sayın Gülen” ifadesini kullanmıştı. Cevaben dedim ki: “Ben henüz sayın Gülen’e gelmedim, siz nasıl geldiniz?”
Biliyorum ki Fethullah Gülen’in bizzat Camia jargonunda iki isimlendirmesi var: Hocaefendi ve Sayın Gülen. Bu iki ifadelendirme tarzının, iki de alt yapısı var. “Hocaefendi” ifadesi, dini bir hüviyet taşıyor ve Türkiye’de, Cemaatin manevi atmosferine denk düşüyor. Cemaat Türkiye’de, taban diye nitelenebilecek bağlılar dünyasında “dini bir hüviyet” içinde bulunmayı tercih ediyor. Bu önemli bulunuyor olmalı çünkü, aynı zamanda ciddi bir lojistiğe tekabül ediyor. Lojistik değerlendirme ne olursa olsun bu niteliğin, bağlıları dini bir hassasiyet noktasında tuttuğunu da kabul etmek gerekir.
“Sayın Gülen” ise, Camianın uluslararası retoriğinin ürettiği bir tanımlama. Tahmin etmek zor değildir ki Amerika’da ya da başka iklimlerde “Hocaefendi olma”nın karşılığı sınırlı. Bütünüyle “yok” demiyorum, “sınırlı” kelimesini bilerek seçtim. Çünkü Amerika’nın İslam dünyasına yönelik projelerinde “Din hanesi”nin de önemli kriterlerden birisi olduğu malum. “Sayın Gülen” dini niteliklerden soyutlanmış, seküler bir niteleme. Ben hep “Sayın” kelimesine de takılmışımdır. Mesela, Öcalan’a “sayın” demek uzun süre, bir “itibar” nitelemesi gibi görüldü Kürt siyaseti çevrelerinde ve “Sayın” demek, bir tür meydan okuma gibi anlaşıldı. Ben de “Bir sol, etnik terör örgütü liderine sayın demek, aslında burjuva dünyasından kelime devşirmekten başka anlam taşımaz” gibi baktım.
Şimdi “Sayın Gülen” demeyi de, “Hocaefendi” gibi dini bir itibar ifadesinden tatmin olmamak ve dünya pazarına başka bir sunum yapmak anlamına geliyor gibi gördüm.
Şunu da düşünüyorum, diyelim Ekrem Dumanlı’nın çok rahat kullanacağı “Sayın Gülen”i ben kullansam, yeni bir duruş sergilemiş gibi algılanacağım.
Ama, süreç ilerledikçe, “Fethullah Hocaefendi” ile ilgili algının dönüştüğünü ifade etmem lazım.
İşte söylüyorum:
Wall Street Jurnal’e verilen demeci seküler ve siyasi bulduğum için, orada “Hocaefendi” ifadesini kullanmak içime sinmedi.
Geçen gün, Zaman’da “Kabataş muamması” manşetini gördüğümde, haberin içindeki “Başbakan bu işi kutuplaştırma siyaseti için malzeme olarak kullanıyor” yorumunu okuduğumda şunu düşündüm:
Ben “Hocaefendi”nin Zaman’ın manşetlerini mutlaka gördüğünü, bir tür onay verdiğini düşünüyorum. Peki bu manşeti de görmüş müdür? Görmüş ve onay vermiş midir? Onay vermişse, ben nasıl düşünmeliyim? Zehra Develioğlu’nun yaşadıklarını sadece “Başbakan’ın kamplaştırma politikası” ekseninde gören bir yaklaşıma ben ne diyeyim?  
“Hocaefendi”nin, dünkü Zaman’daki Ekrem Dumanlı yazısını görmüş olduğunu düşünüyorum.
Yazının Ahmed bin Hanbel bölümünde “Ekrem Bey kardeşim”in çıkardığı derslerden biri şu:
“Pek çok örneğini ileride göreceğimiz gibi, bir alime zulmeden zalim, genellikle bir alimi yanına alarak vicdanını serin tutmak ister. Ve maalesef zalimler pek çok defa da aradığı alimleri (Bediüzzaman buna ‘ulema-i sû’ diyor) bulur, onların fetvası, hatta kimi zaman kışkırtması ile çileli dönemler yaşanır...”
Önce “Ulema-i sû” kelimesini açalım. “Kötülük alimleri” demek bu. Yani “Zalim”e fetva veren “Kötülük alimleri”ndan söz ediyoruz.  
Bunları isimlendirdiğinizde ne çıkıyor karşınıza?
Tayyip Erdoğan ve Hayreddin Karaman mı?
Bir süredir “Mümtazer Türköne’nin kılıçları”nın önüne sunulan?
Başbakan’a “Şu haşhaşin, in, örgüt lideri, vs.” gibi sözleri söylemeyin” diye bir yazı yazmayı tasarlıyorum, ondan sonra “Camia medyasının savaş dili” önümü kesiyor.
Maalesef Hocaefendi’nin Hocaefendiliği elbirliği ile tahrip ediliyor.
“Sayın Gülen” de bir tanımlama ama, seküler dünyada anlamlıdır, mutfak bütçesinden “Allah rızası” için öğrenci bursu ayıran hanımefendilerin yüreğinde bir karşılığı olabilir mi?
Star- Ahbet Taşgetiren

Foster'ın Ölümünde Rolünün Olmadığını Kanıtla

Ahmet Altan kontenjanından köşe yazarlığı yapan oğul Kerem Altan’ın, “nasılsa ispatlamak zorunda değiller” diyerek, Başbakan Erdoğan ve başörtülü mağdur ZD’yi yalancılıkla suçlaması, Foster’in bekar evinde ölmesi olayını akıllara getirdi.
Foster'ın Ölümünde Rolünün Olmadığını Kanıtla
19 Şubat 2014
t24 adlı sitedeki yazısında Kabataş olayıyla ilgili olarak Başbakan Erdoğan’a yüklenerek “Nasılsa ispatlamak zorunda değil, o yüzden görüntülere rağmen kafasına göre bazen ekleyerek bazen çıkartarak zaten kutuplaşmış ülkeyi iyiden iyiye germekte sakınca görmüyor” diyen Kerem Altan’dan Foster’in ölümünde rolünün olmadığını ispatlaması bekleniyor.
Evli ve bir çocuk annesi sunucu Defne Joy Foster, 2011’de, Kerem Altan’ın bekar evinde tartışmalı bir şekilde ölmüştü. İkili bir barda tanışmışlar, ordan Kerem Altan’ın bekar evine geçmişler, gece ilerleyen saatlerde Foster’in ölümü ile bitmişti.
Olayın ardından medyada “Karanlık bir iş, karanlık bir ilişki... Defne Joy Foster'ın ardından ağıt yakanlar, onu ölüme götüren alkol belasını ve bu ilişkiyi de sorgulamalıdır” yorumları yapılmış, olayda sorumluluğu sorgulanan Altan ailesi bu konularda tek bir değerlendirme yapmamıştı.
DAVADA HİÇBİR İLERLEME KAYDEDİLEMEDİ
Defne Joy Foster’ın 2 Şubat 2011 tarihinde Taraf Gazetesi eski Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan’ın oğlu Kerem Altan’ın evinde soru işaretleri ile dolu ölümünün üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen, davada hiçbir ilerleme kaydedilemedi.
Foster’in ölümü olayındaki tek şüpheli Kerem Altan’la ilgili hiçbir somut adımın atılmadığı, davanın paralel yargı ve emniyet uzantıları tarafından kapatılmak istendiği iddia ediliyor.
Paralel yapılar ve derin çeteler hakkında önemli araştırmalarıyla bilinen gazeteci yazar Zihni Çakır davanın yargıda yapılanmış derin çete tarafından soğutulduğunu söylüyor.
Kerem Altan hakkında onca iddia bulunduğunu vurgulayan Çakır, bu iddiaların üzerine gidilmesinin paralel yargı tarafından engellendiğini savunuyor.
FOSTER’İN BAŞINDAKİ SIYRIK NE, İSPATLA KEREM
Yapılan otopside Foster’in alnının sol tarafında yeni oluşmuş bir sıyrık belirlenmişti. Olay sonrası Kadıköy Cumhuriyet Savcılığınca başlatılan soruşturmada Defne Joy Foster’ın ölümüyle ilgili Kerem Altan’ın herhangi bir kusurunun olmadığı gerekçesiyle “takipsizlik’’ kararı verilmişti. Kamuoyunun tepki gösterdiği kararı bozan Yargıtay 12. Ceza Dairesi, soruşturmada hukuka aykırı olarak takipsizlik kararı verildiğini belirtmişti. Yargıtay 12. Ceza Dairesi’nin kararı sonrası İstanbul Anadolu 36. Asliye Ceza Mahkemesi’nce açılan davada bugüne kadar bir arpa boyu yol alınamadı. Kimi zaman mahkeme hakimin rahatsızlığı gerekçesiyle sekteye uğrayan davaya Kerem Altan dahi ilgi göstermiyor. Yargıdaki paralel yapılanmanın dosyayı soğutmaya çalıştığı, olayın iç yüzünün ortaya çıkmamasını engellediği iddia ediliyor.  Kaynaklar, mahkemenin bugüne kadar Altan’a 45 kilo ağırlığa sahip bir kadını neden hastaneye taşımadığını dahi sormadığını ifade ediyor.
ÇAKIR: KEREM ALTAN’A AYRICALIK TANINDI
Defne Joy Foster davasında bütün işaretlerin Kerem Altan’ı gösterdiğine söyleyen araştırmacı-yazar Zihni Çakır, basında çıkan açıklamalarında şöyle diyor: “O dönemde paralel yargı ve paralel emniyetin Kerem Altan’a ayrıcalık tanıdığı ortada. Bunun için hukuku bilmeye gerek yok. Kerem Altan Defne Joy Foster ölümünün olduğu sırada orada. Nasıl bir ilaç, içki ve ölüme sebebiyet veren madde varsa onu kullandıkları belli. Bunun dışında gerekli olan Adli Tıp incelemesinin yapılıp yapılmadığı bile kuşkulu. Adli Tıp’ta gerekli inceleme yapılmış olsaydı bugün hâlâ bu dava devam ediyor olmazdı. Kerem Altan’ın Defne Joy Foster davasında hem medya, hem yargı hem de yargıyla birlikte soruşturma aşamasını gerçekleştiren emniyet ayağında korunmadığını gösteren hiçbir gösterge yok. Birtakım belgeler üzerinden suçsuzları bile bataklık içerisinde gösteren paralel yargı ve emniyetin, ölümünde önce ne kadar zaman, nasıl şekilde birlikte olduğu tespit edememesi mümkün değildir. Ayrıca bunun zaten videoları ve belgeleri de mevcuttur. Her şey açık bir şekilde ortadadır. Kamuoyuna mal olmuş bir kişinin dava dosyasının avukatı tarafından paylaşılmıyor olması da bir şeylerin gizlendiğinin, korunduğunun göstergesidir. Burada birçok soru işareti ortaya çıkıyor. Kerem Altan’ın ölüm olayındaki pozisyonu nedir? Uyuşturucu aldıysa veya herhangi bir darp varsa, ki bunlar hep muamma ve kuşkularımız devam ediyor. Bu süreçte kamuoyunun vicdanını rahatlatacak şekilde ortaya çıkarılması gerekirdi. Hiçbirisini ortaya çıkarmadan Kerem Altan’ı bu davadan soyutlamak ancak paralel devlet ve paralel yargının maharetiyle olabilir. Başka türlü mümkün değildir.”
Habervaktim.com
KAMERAJAN

Savcılık, skandal baskının 2 subay tarafından çekilen kaydını istedi. Ancak devlet sırrı görüntülerin silindiği cevabı alındı. MİT ise yabancı istihbarata verildiği iddia edilen filmlerin peşine düştü
Adana'da 19 Ocak'ta Suriye'deki Türkmenler'e yardım gönderen MİT TIR'larına yapılan operasyonda skandalların ardı arkası kesilmiyor. Paralel çetenin büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirdiği operasyonda, MİT TIR'larına baskın yapılırken, konteynırların içi açılmıştı. İddialara göre TIR'larda silah bulmayı ümit eden paralel çetenin elemanları bu silahları görüntüleyerek tüm dünyaya 'Türk Hükümeti, terörist El Kaide'ye silah gönderiyor' mesajı vermeyi planlıyordu. 
18.02.2014

SANİYE SANİYE KAYDETTİLER

Bu sayede hükümeti zor duruma düşürmeyi planlayan paralel çete, uluslararası istihbarat servisleriyle yaptığı işbirliği sonrası Türkiye'yi büyük bir kaosa düşürmeyi hedefledi. Adana Valisi Hüseyin Avni Coş'un çabasıyla skandal daha da büyümeden engellendi. Ancak operasyona katılan 250 jandarmanın arasında bulunan iki jandarma istihbarat subayının saniye saniye görüntülediği kayıtlar ortadan kayboldu. Operasyon anını an be an görüntüleyen Karayolları'na ait MOBESE kamerasında iki subayın kayıtta olduğu kanıtlandı. Hatta çift kamera, bir MİT mensubunun onlarca asker tarafından darp edilmesi ve TIR dorselerindeki konteynırların savcı bile beklenmeden açılması anında kayıttaydı.

BAŞKA BİR ÜLKEYE Mİ VERİLDİ

Savcılık, skandal baskına çifte soruşturma açarken işte bu dijital kayıtları da istedi. 'Cihazlar arıza yaptı, elimizde başka görüntü kaydı yok' diyen jandarmadan az bir görsel malzeme geldi. Kasetlerin yabancı bir istihbarat servisine verildiği kuşkusu ise yetkilileri ayağı kaldırdı. Savcılık dosyadaki görüntüleri incelemeye aldı. TAKVİM'e konuşan bir yetkili, "Kayıtlar başka ülkeye verildiyse bu tam anlamıyla casusluktur. En önemli delil olan o kasetin peşindeyiz" dedi.

KAYITLARA DETAYLI İNCELEME

Adana Valisi Hüseyin Avni Coş, eldeki görüntülerin uzmanlar tarafından salise salise incelendiğini söyledi.

İHANET ZAMAN'I

MİT TIR'larına yapılan skandal baskını görmezden gelen cemaat gazetesi Zaman, ihanet ortaya çıkınca harekete geçti. Gazetenin 'TIR baskını haberleri devletin güvenliğini tehlikeye atıyor' yazısı 'Paralelcilerin foyası çıkınca panik başladı' şeklinde yorumlandı.

MEVLÜT YÜKSEL/TAKVİM
Fethullah Gülen'in ortalığı karıştıran ses kayıtları

Fethullah Gülen'e ait olduğu iddia edilen ve Gülen'in Türkiye'deki siyaset ve iş dünyasıyla ilişkilerini ortaya çıkaran ses kayıtları gündeme bomba gibi düştü.


Fethullah Gülen'e ait olduğu iddia edilen yeni ses kayıtları interneti sarstı. Kayıtlardan birinde, Fethullah Gülen Cemaati'nin Aydın Doğan'la ilişkilerini çok çarpıcı bir şekilde deşifre ediyor. Öte yandan, diğer bir ses kaydı da "Peygamberi gökten indirerek kamyona bindirdiği" sahne son dönemde çok tartışılan Şefkat Tepe dizisinin senaryolarının dizi çekilmeden önce Fethullah Gülen'in onayından geçtiği ortaya çıkarıyor. Bir diğer ses kaydında ise Gülen'in ABD ile ilişkilerde ne kadar hassas olduğu net olarak görülüyor. İşte o kayıtlar:
Fethullah Gülen'in ortalığı karıştıran ses kayıtları18.02.2014

"AYDIN DOĞAN: DEMOKRATLIĞI HOCAEFENDİ TEMSİL EDİYOR"

(24 Eylül 2013 tarihli ses kaydı)
- Hocam müsadenizle bir iki husus vardı arz edebilir miyim?

Fethullah Gülen: Buyurun
- Bugün Aydın Bey'le yemek yedik, selam ve hürmetleri var.
Fethullah Gülen: Teşekkür ederim sağ olsun.
- "Beni Cemaat'in yanında diye göstererek farklı bir noktaya getirmeye çalıştılar" dedi. O öyle deyince ben de şey dedim. Serhat'ın koordine ettiği adamlar var, onlara gidiyorlar Cemaat aleyhine yazın diye baskı yapıyorlar, ondan bahsettim. "Bize de geldiler" dedi. "Şu anda gerçek olarak demokratlığı Hocaefendi temsil ediyor" dedi. Bir ara dedi ki: "Ben de artık Başbakan'ın karşısına geçeyim dedim." Uzun uzun diğer konuları da konuştuk efendim. Özellikle sizin ilgilendiğiniz 2 tane husus noktasında çok memnun oldu. Akşam üzerinde de damadı geldi, onunla da konuştuk. Onu biraz diğer taraf etkilemeye çalışıyordu. Bunlardan bahsedince o da rahatlamış oldu. Hocamın ellerinden öpüyorum dedi.
Fethullah Gülen: Allah razı olsun. (damat derken) Mehmet Ali Bey'den bahsediyorsun değil mi?
- Evet efendim, önce Aydın Bey'le yemek yedik, akşam da damadı ile.

ŞEFKAT TEPE SENARYOSUNA GÜLEN'DEN ONAY

(10 Ekim 2013 tarihli ses kaydı)

Telefondaki ses uzun dakikalar boyunca Fethullah Gülen'e Şefkat Tepe dizisinin senaryosunu okuyor. İşte o diyaloğun sadece bir bölümü:

- Bu haftaki Şefkat Tepe'yi arz edebilir miyim. O diplomat dediğim adam konuşuyor: Beyler olayların bir görünen yanı, bir de perde arkası vardır. Bizler gibi. Hiçbir zaman bu ülkedeki emellerimizden vazgeçmeyeceğiz. Birileri vesayetlerin bittiği, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına avuna dursun tepelerine inecek balyozlar, şekil kılıf değiştirerek aynen kurbağa örneğinde olduğu gibi kafalarına inecek. Sizlerden beklenen durmak yok, yola devam edeceğiz. Çok hassas bir konu, bizi hedefe götürecek önemli bir adım, Tekliflerinizi bekliyoruz. Son olarak sizden bir şey daha isteyeceğiz. Genel af nasıl çıkarılır, genel af nasıl gündeme getirilir…
Fethullah Gülen: Bir mahsuru yok, bence o da olsun. Sert bulduğunuz yanları varsa onları şey yaparsınız. Allah afiyet versin.


ABD İLE ARAYI BOZMAYALIM

(25 Ekim 2013 tarihli ses kaydı)

Fethullah Gülen'in internete düşen ses kayıtları arasında ABD'nin dünyayı dinleme skandalına ilişkin bir diyalog da yer alıyor. Konuşmada Gülen, ABD ile arayı bozmayalım vurgusu yapıyor.


Öte yandan ses kaydında Gülen'in konuştuğu ve yayın politikaları hakkında direktif verdiği kişinin Samanyolu Yayın Kurulu Başkanı Hidayet Karaca olduğu iddia ediliyor.
Fethullah Gülen, telefonun diğer ucundaki kişinin"Amerika birçok ülkeyi ve Almanya'yı dinliyor diye bir şeyler çıktı. Böyle bir haber yapmanın faydası olur mu" sözlerine karşılık "Bence Amerika ile aramızı çok bozmamak lazım, başkaları derse desin biz demeyelim" cevabını veriyor. Öte yandan ses kaydında Gülen'in konuştuğu ve yayın politikaları hakkında direktif verdiği kişinin Samanyolu Yayın Kurulu Başkanı Hidayet Karaca olduğu iddia ediliyor.

Kaynak: Takvim.com.tr
 
Son ses kaydı 'Karanlık Kurul'u deşifre etti.

Sarıgül'ün adaylığı CHP MYK'dan önce Gülen'e bildirildi. Aydın Doğan ise ağzındaki baklayı çıkardı: Tek gerçek demokrat Gülen
İnternete düşen son ses kayıtları, Pensilvanya'da yaşayan örgüt lideri Fethullah Gülen'in, medya patronu Aydın Doğan'la birlikte hareket ettiğini gösterdi. Mustafa Sarıgül'ün CHP'den adaylığı sürecinde rol oynayan Gülen'in son dönemde çok tepki çeken Samanyolu TV'deki Şefkat Tepe dizisinin kirli senaryolarını da bizzat onayladığı ortaya çıktı. 1999'dan bu yana Amerika'da yaşayan Fethullah Gülen'in daha önce internete düşen 2 ayrı ses kaydında, işadamlarına ihaleler dağıttığı, uluslararası lobilerle işbirliği yaptığı ve hükümeti devirmek için projeler ürettiğine ilişkin diyaloglar gündemi sarsmıştı. Fethullah Gülen'le Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca arasında geçtiği ileri sürülen ses kayıtları, SABAH'ın uzun süredir işaret ettiği kirli ilişkiler ağını da doğrular nitelikte.
AYDIN DOĞAN: TEK DEMOKRAT GÜLEN(24 Eylül 2013) H. Karaca: Bugün Aydın Bey'le (Aydın Doğan) yemek yedik konuştuk. Öncelikle selam ve hürmetleri var zatıâlinize.
Gülen: Teşekkür ederim, sağ olsun.
H. Karaca: "Beni cemaatin yanında diye göstererek farklı bir noktaya getirmeye çalıştılar. Bize geldiler Hizmet'in aleyhinde yazılar yazmak için" dedi. "Şu anda gerçek demokratlığı Hoca efendi temsil ediyor, bir tek Hoca efendi var" dedi. Bir ara, "Hatta ben de artık Başbakan'ın karşısına geçmeyi düşündüm, aleyhte yazılar yazayım, ne yaparsan yap bunla bir yere varılamıyor" dedi. (Aydın Doğan, kendisi de Başbakan'ın aleyhinde yazı yazmak istemiş) Uzun uzun diğer konuları da konuştuk efendim. Çok memnun oldu. Özellikle 2 husus, zatıâlinizin ilgilendiği konular noktasında çok memnun oldu. Akşamüzeri damadı geldi, onunla da bir buçuk saate yakın konuştuk. Onu biraz diğer taraf etkilemeye çalışıyordu. Onlardan bahsedince o da rahatlamış oldu. O da "Hocamın ellerinden öpüyorum" dedi.
Gülen: Allah razı olsun. Mehmet Ali Bey'den bahsettiniz değil mi?

H. Karaca: Evet efendim, önce Aydın Bey'le öğlen yemek yedik, akşam da damadı ile.

'ŞEFKAT TEPE' SENARYOSUNA ONAY... (21 Eylül 2013)
Fethullah Gülen'le Türkiye'den kendisini telefonla arayan müridi arasında geçen konuşmanın en çarpıcı bölümlerinden biri de Samanyolu TV'de, Hz. Muhammed'in ışık huzmesi şeklinde bir kamyonetin kasasına bindirildiği ve büyük tepki alan Şefkat Tepe dizisinin senaryosuyla ilgili. H. Karaca Gülen'e, dizide Karanlık Kurul adını verecekleri bir heyet oluşturmalarının uygun olup olmadığını soruyor. Onay aldıktan sonra da dizinin senaryosunu okuyarak, Gülen'e onaylatıyor.
H. Karaca: Bu Şefkat Tepe'de bu sezon, önümüzdeki bölümlerde bir 'Karanlık Kurul' yapalım mı efendim?
Gülen: İyi olur bence. Meseleyi, endişe edilen o şeyi aksettirecek mahiyette. Yani, yakın, uzak, herkesin de şöyle böyle telaffuz ettiği...
H. Karaca: Başüstüne efendim. Yarın yeni bölüm var. Bir sonraki bölümden itibaren onu koyalım. (10 Ekim 2013)
H. Karaca: Bu haftaki Şefkat Tepe'yi arz edebilir miyim efendim?
Gülen: Buyrun. (H. Karaca senaryoyu uzun uzun anlatıyor):
H. Karaca: Bu, dershaneler...

Gülen: Mahzuru yok. Olsun. Ekrem Bey de "Gazetede bu meseleyi seslendirelim mi?" diye sormuştu bana bugün. Olsun yumuşakça sadece o da, siz sert bulduğunuz yanları varsa onu şey yaparsınız. Allah afiyet versin.


HAYRETTİN KARAMAN'I ÇAĞIRMASINLAR
(10 Kasım 2013)
H. Karaca: Bu Hayrettin Karaman'ın Mabeyn toplantıları vardı, Yazarlar Vakfı'yla beraber. Bunu Mustafa beyler (Vakıf Başkanı Mustafa Yeşil) soruyorlar. Bundan sonra Hayrettin beyin organizasyonunda bu Mabeyn toplantılarını yapalım mı?
Gülen: Burada da böyle ters bir şey konuşuyor mu?
H. Karaca: Tabii onun tesirinde insanlar olabilirler efendim. Çünkü başı o çekiyor orada. Bir de şöyle bir şey söylemiş. Bir toplantı yapacaksak, ilk toplantıda Ekrem Dumanlı olsun. Mustafa Karaalioğlu olsun. Bunların düşünceleriyle cemaatle AK Parti arasındaki fitne nedir bunu tartışalım. Bir de böyle enteresan bir konu söylemiş.
Gülen: Çağırmasınlar bence.
H. Karaca: O zaman şöyle bir olsun mu efendim? Mabeyn toplantılarına bir miktar ara verelim.
Gülen: Berhudar olun. Öylesi daha iyi olur. Şimdi biraz şartlar namüsait.
H. Karaca: Başüstüne efendim. Allah nasip ederse yarın akşam biz de Zahit beylerle birlikte gelmiş olacağız.
H. Karaca: Efendim Ahmet Bey (Ahmet Kurucu-İlahiyatçı) radyoda program yapıyordu yapsın buyurmuştunuz, yorum da yapıyordu günde 3 dakika. Şimdi bunlar da radyo kurmuşlar Erk diye. Haftada bir saat yaptığı programı müsaade istiyor yapmayayım diye. Ama günlük yorumları yapayım diyormuş.
Gülen: Biz yapma demeyelim yani. Böyle bütün bütün uzak olunca yani şimdi ortadan bir şeyler götürüyor. Öbür türlü tamamen farklı bir cepheye geçer.

SARIGÜL'ÜN ADAYLIĞINI BİLİYORMUŞ
(25 Ekim 2013)

H. Karaca: Aydın Ayaydın geldi. Genel başkan yardımcısı şu an CHP'de. Selam ve hürmetlerini iletti. Ayrıca, Mustafa Sarıgül'ün adaylığıyla ilgili, "Sarıgül başvurusunu yaptı. Genel Başkan'ın cebinde" dedi. "Ayın 3'ünde adaylığı Parti Meclisi'ne gelecek, kabul edilecek. Adaylığı kesin" dedi. "Gürsel Tekin değil" dedi. "Öyle ortalıkta dolaşan iddialar doğru değil" dedi. "Kesinlikle Sarıgül İstanbul adayı olacak, bir problem yok" dedi.
Gülen: Evet, evet.

AMERİKA İLE ARAMIZI AÇMAYALIM
(25 Ekim 2013)
H. Karaca: Amerika'nın Almanya'yı dinlediği ortaya çıktı ve bununla alakalı da bir gündem oldu. Geçtiğimiz günlerde de bizim Türkiye Başbakanı ile ilgili de böcek iddiası çıkmıştı "Amerika herkesi dinliyor" diye. Böyle bir haber yapmanın faydası olur mu? Yoksa üstü geçti, geçelim mi efendim?
Gülen: Bence Amerika ile aramızı çok bozmamak lazımdır. Başkaları ne derse desin, biz demeyelim.

İRAN'A KARŞI AZERBAYCAN'I DESTEKLEYELİM(25 Ekim 2013)
H. Karaca: Bu Azerbaycan'da bizim ilgilendiğimiz, gidip geldiğimiz konuştuğumuz, Jandarma'nın başında bir arkadaş vardı, Azeri... O Genelkurmay Başkanı ve Savunma Bakanı olmuş. Çok dost bir arkadaştı. Ona önümüzdeki günlerde bir ziyarete, hayırlı olsuna gidilebilir mi?
Gülen: Çok iyi olur. Zaten kazandıktan sonra arkadaşlar benim namıma bir mektup da götürdüler.
H. Karaca: O mektubu da söylüyor efendim. İlhan İşbelen'ler (istifa eden AK Parti milletvekili) gidiyor ziyarete, bu AK Partililer komisyon olarak. Onun görüntüleri bizde var. Zatıâlinizin selamlarını söyleyince, "Hoca efendinin mektubu geldi bana, çok memnun oldum" dedi. Kendi ifadesi var.
Gülen: Devam ettirmek lazım bunu… İran'ın tesirini azaltmak için bizim onların yanında olmamız lazım.
http://www.sabah.com.tr/Gundem/2014/02/19/gulenin-ses-kasetinde-karanlik-senaryolar-1392762761?paging=4

Arslanbek Sultanbekov - Dombıra

AK PARTİ SEÇİM ŞARKISI



19-01-2014

Cemaat Azerbaycan’da Ne Yapıyor?



2013 Mayıs ayı sonu.
Yer; Bakü.
Bir toplantı var.
Katılımcılar Amerikan Kongresinden senatörler.
İsimleri mi?
Buyrun;
Ronald Young Maryland, Bölge 3
Devlet Delege Tawanna Gaines Maryland Bölge 22
Rida Cabanilla Hawaii, İlçe 41
Mark Takai, Hawaii, İlçe 33,
Senatör ve Başkan Pro Tem, Mary Kay Papen, New Mexico
Rep Nora Espinoza New Mexico Bölge 59
Cumhuriyeti Jim Bridenstine Oklahoma
Rep Ted Poe, Texas
Rep Gregory Meeks, New York
Sheila Jackson Lee, Texas
Mark Martin Arkansas Sekreteri
Rep Yvette Clarke (D) New York
Eski Senatör Richard Lugar, İndiana
Eski New Mexico Valisi Bill Richardson
Eski Temsilciler Meclisi John Sullivan, Oklohama
Russ Carnahan , Missouri
Dan Burton, İndiana
Michael MacMahon, New York
Mark White, Memphis
Senatör Stacey Campfield, Knoxville
Senatör Brian Kelsey, Germantown
Vance Dennis
Roger Kane
Antonio Parkinson
Tennessee Emniyet Komiseri Bill Gibson
Tennessee Emniyet Komiseri Yardımcısı David Purkey
Bunlar katılımcı 300 kişiden sadece bilinenleri. Amerikan kongresinden delegasyon seviyesinde ve senatör seviyesinde katılımlar oldu. Peki bunda anormal olan bir şey var mı?
Var!
Toplantıyı düzenleyen kim?
İşte anormal olan bu sorunun cevabı : Cemaatin ABD’deki Turkuaz Konsili!
Toplantı konusu ne?
ABD ve Azerbaycan’ın stratejik birlikteliği! Enerji başlıklı oturumlarla işlendi bu birliktelik!
Image
Kaynak : http://turkicamericanalliance.org/baku-hosts-azerbaijan-us-vision-for-future-convention/

Türkiye’de tam da gezi olaylarının başlamasından hemen önce bu toplantı gerçekleşiyor!
Bakın Ted Poe Beyaz Saraya seyahat katılım belgesini ibraz etmiş
Image
 
Belgede açıkca görülen Turkuaz Konsil ifadesi sanırım her şeyi açıklıyor.
Bu konferansın gerçekleşmesi için ABD’li katılımcılara para ödeniyor.
Konferansın maliyeti 1,5 Milyon $!
Cemaat bu kadar parayı ABD çıkarları için döküyor!
Ve ABD’ye de Kemal Öksüz üzerinden garanti veriyor!
Neyin garantisini ‘ajanlık veya lobi faaliyeti gerçekleştirmeyeceğinin‘ garantisini!
İşte belgesi :
 Image
 
Bu belge Turkuaz Konsil’e ait IRS 990 formunun bir kısmı!
Kemal Öksüz aracılığı ile cemaat ABD’ye garanti veriyor!
Burada da bir belge daha sunuyorum senato üyelerini Azerbaycan’a götürüp Türkiye’nin enerji politikalarına karşı ABD lobisi yaptıran cemaatin toplantısına katılan Jim Bridenstine‘nin ibraz ettiği belge.
 Image 
Azerbaycan’daki toplantıda ABD’nin enerji yolu üzerine giriştiği çıkar teorileri ortalıkta konuşulurken bir yandan da Türkiye’deki Gezi olayları izlendi.
Turkuaz konsül’in kendi sitesinde de bu konferanstan sonra gerçekleşen başka bir Azerbaycan oturumu görülüyor.
Ne var ki cemaatin Azerbaycan’a sızması bu toplantıların yanı sıra okulları üzerinden giriştiği siyasi faaliyetlerle de gerçekleşiyor.
Ne tesadüf ki Azerbaycan’da cemaat etkin hale gelirken İsrail’le olan Azerbaycan ilişkileri de nükleer enerji alış verişi üzerinde yoğun hale geliyordu.
Tüm bunlar olurken İsrail İran’a karşı nükleer yakın tehdit inşa sürecini askeri olarak da Azerbaycan’a taşıdı. Cemaatin Azerbaycan’da ilerlemesini sağlayan ve Aliyev ailesinin yakın çevresinden olan bakan Elmar Mamadyarov Nisan 2013^te İsrail’e gitti. Azerbaycan ve İsrail arasında bir bağlaşıklık imzalandı.
Bağlaşıklık İran’a karşı idi. Ama aynı anda ABD’nin Hazar enerji havzasına yönelikti.
İşte bu ayrımda da cemaat görevini konferansla yerine getirdi.
İsrail ile Azerbaycan askeri anlaşmalar da imzaladı.
Aşağıda bunlara bir iki örnek göreceksiniz.
 Image
 Image
Kaynak : http://www.globalpost.com/dispatch/news/regions/middle-east/121101/israeli-iran-azerbaijan-nuclear

Tüm bunlar olurken cemaat Azerbaycan’da enerji sektörü içine de farklı yollarla sızdı.
SOCAR ile okul anlaşması yapıyor ve ortak okul açma işine giriyorlardı. Zaten 2008 yılında da Aliağa’dan bir heyet ile SOCAR ziyaret edilmişti ve cemaatin Azerbaycan’daki okulları Çağ eğitim kurumları bununla çok ilgilenmişti.
Image
O kadar ki Çağ eğitim eski müdürü Enver Özeren PETKİM ile ilgileniyor ve bir yandan da Azerbaycan’daki oluşumu kontrol ediyordu. Bu sırada ise Süleyman Müftügil‘in “üçüncü şahıların çıkarına kurulmuş ve kendisinin 0 (sıfır) sermaye koyduğu firması” da Kazakistan’daki zorluklarına rağmen Azerbaycan’da boy gösteriyordu.
Peki bunların sonunda ne oldu?
Azerbaycan’da asker kökenli Aliyev ve komutanları İslam karşıtı hareketlerine hız verdiler!
Başörtüsü yasaklandı!
Image
Ses kaydında tebrik etmeye gidecekleri Azeri komutan ise daha Aralık ayında tekrar sertleştirilen İslam karşıtı kararlara imza atan biri. Bu kararları protesto eden Müslümanlara yüzyıllarca hapis verilen Azerbaycan’ın sömürgecilerinden!
Cemaat Azerbaycan’da ikili bir strateji izliyor uzun yıllardır.
İlki, ABD ve İsrail çıkarları için organizasyonlar gerçekleştirmek
İkincisi, İslam’ı özünden ayırıp Batının istediği düzleme sokma girişimlerini pratiğe dökmek
Bunları uygularken de maddi çıkar elde etmek ve Türkiye’nin enerji yolları savaşında Türkiye’yi bedava bir geçiş yolu olarak gören ülkelere yardımcı olmak! Mesela Azerbaycan’a gaz hattında Gürcistan’ı adres göstermek gibi!
Ve dahaları..
Cemaatin Azerbaycan’ın kurmay subayları ile olan ilişkisi tamamen bir İslam ve Türkiye düşmanlığı üzerine kurulu ortaklıktır. Hatırlarsanız Mavi Marmara olayından sonra Azerbaycan İsrail ile olan ilişkilerinin değişmeyeceğini açıklamıştı.
Çünkü onlara göre de otorite İsrail ve ABD, yoksa neden partilerinin lansman toplantısını İsrail’de yapsınlar ve İsrail Meclisi Azerbaycan bağımsızlık gününü kutlasın veya Washington’da Turkuaz Konsil, İsrail yetkilileri ve Azerbaycan elçisi neden bir araya gelip ‘bölgeyi’ konuşsun ki…
http://kemallevent.wordpress.com/2014/02/19/cemaat-azerbaycanda-ne-yapiyor/

Hz. Peygamber sizin rüyanıza gelmediği için haset ediyorsunuz

19 Şubat 2014
Samanyolu grup başkanı Hidayet Karaca, internete düşen ve Fethullah Gülen ve kendisi arasında geçtiği iddia edilen ses kayıtlarıyla ilgili tuhaf bir açıklamada bulundu.

Samanyolu Yayın Grubu Başkanı Hidayet Karaca, internete düşen ve kendisi ve Fethullah Gülen arasında olduğu iddia edilen ses kayıtları hakkında açıklamada bulundu.

Ses kayıtlarında, geçtiğimiz bölümde Hz. Peygamberi gökten indirip kamyonete bindiren Şevkat Tepe dizisinin senaryosunu Gülen’e okuyup onaylatan Karaca, konuşmalara açıklık getirmek yerine tuhaf ifadeler kullandı.

Hz. Peygamber sizin rüyanıza gelmediği için haset ediyorsunuz?

Hz. Peygamberi Türkçe Olimpiyatları’na getiren tweetleri iki katına çıkarın talimatı verdiren Gülen grubunun yöneticisi Karaca, “Efendimiz (sav) sizlerin rüyalarınıza teşrif buyurmadığından mıdır hasediniz yoksa?” dedi.

Ahiret inancını sorguladı?


Suçlamalarını sürdüren Karaca, insanların ahiret inancını da sorgulayarak “İçinde bulunduğunuz hased ve kin, yaşadığınız cinnet halinin, iftiralarınız ise artık ahiret inancınız konusunda şüpheye sevk eden bir derekeye düştüğünüzün ispatıdır” dedi.

http://www.timeturk.com/tr/2014/02/19/hz-peygamber-sizin-ruyaniza-gelmedigi-icin-haset-ediyorsunuz.html#.UwUXM1o5nDc

Gülen fotoğrafıyla Abdülkadir Selvi'ye şantaj


Yenişafak Gazetesi yazarı Abdülkadir Selvi bugünkü yazısında kendisini hedef alan Zaman ve Bugün gazetelerini eleştirdi...

İşte Abdülkadir Selvi'nin "CNN'deki yayında ne oldu" başlıklı o yazısı:
Bu köşeden her zaman Ankara siyasetinin perde arkasına ilişkin bilgileri paylaşmaya çalıştım. Kişisel değerlendirmelerden uzak durmaya çalıştım. Ancak bir süredir şahsiyetime ve mesleğime yönelik bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütülmeye çalışınca buna sessiz kalamazdım.

CNNTürk'teki, 'Dört bir taraf' programında, paralel yapıyla bağlantılı bazı yayın organlarının 17 Aralık operasyonu sırasında operasyonel gazetecilik yaptığını belirtip, Zaman ve Bugün gazetelerini göstermiştim.

İki gazetenin birinci sayfalarının renkli fotokopilerinde tarih bölümündeki rakamı 18 Aralık olarak okudum.

Cemaat medyası tarafından gazetelerin tarihinin 18 değil 19 olduğuna dair haberler, 'Yalan' başlığıyla verildi.

Orada 2 dakika içinde 3 yalanı söylediğim iddia ediliyordu.

Baktım tarih kısmında maddi bir hata yapmışım.

13 Şubat Perşembe günü Kanal24'te Elif Çakır'ın, 'Söz Sende' programı ve CNN Türk'te, Kadri Gürsel ve Nazlı Ilıcak'ın çarpıtmaları üzerine 'Dört bir Taraf'a telefonla bağlanarak, bunun maddi bir hata olduğunu ve bundan dolayı özür dilediğimi söyledim.

29 yıllık meslek hayatımda hatalarım oldu. Yargılandığım DGM'de de, Ergenekon sürecinde çıktığım mahkemelerde de yalana tenezzül etmedim. Hatadan dolayı özür dilemek ise erdemdir. Erdemli bir hareketi, ancak erdem sahipleri anlar. Cemaat medyası, bunu kampanyaya dönüştürdü. Kamış mı, çöp mü birisi bu konuda yazılar yazdı.

İkinci yalan olarak sundukları ise tam anlamıyla kendi yalanları. Program sırasında, '17 Aralık gecesi' sözümü Altan Öymen düzeltti. Ben de bunun üzerine, '17 Aralık sabahı' olarak düzelttim. Ama bu söylenmemiş gibi yayın yapıyorlar.

Üçüncü yalan ise fezlekeler konusu. 19 Aralık tarihli Bugün Gazetesi'nde, 'Teknik ve fiziki takibe takılan 4 bakanın fezlekesi Meclis'e gönderildi' deniliyor.

O günkü gazetelerde 17 Aralık operasyonuyla ilgili haberler var ama hiç birinde fezlekeler yok. Çünkü fezlekeler o tarihte hazırlanmamış. 31 Aralık tarihli fezlekeler, 3 Ocak tarihinde Adalet Bakanlığı'na ulaşıyor. Meclis'e değil.

Peki yalan ya da yanlış yazan kim?

Ayrıca cemaat medyasının manşetleriyle, 17 Aralık operasyonu arasındaki, 'Paralel bağlantı'yı ortaya koyan bir iddiada bulundum.

Dedim ki daha operasyon devam ederken, gözaltına alınan zanlılar henüz neyle suçlandıklarını bilmezken, delillerin doldurulduğu çuvalların bir kısmının ağzı açılıp, inceleme yapılmamışken, cemaat medyası bu fezlekelerin içeriğini nasıl yayınladı?



Henüz yazılmamış fezlekelere ait bilgiler Bugün Gazetesi'nde nasıl çıktı?

Yazılmış bir fezlekenin haber yapılmasını gazetecilik faaliyeti olarak gösterebilirsiniz ancak bu fezlekeler 31 Aralık tarihinde yazılıp, 3 Ocak tarihinde Adalet Bakanlığı'na gönderildiği halde, size bu içeriği kim verdi?

İçeriğe ilişkin söyleyebileceğiniz bir söz, verebileceğiniz bir cevap var mı?

Yalan tamtamları çalarak, savcı, polis, medya üçgenini karartıp, bu işbirliğinin üstünü örtemezsiniz.

Bu iddianın içeriğine yönelik olarak verebilecek bir cevabınız var mı?

Yoksa sığına sığına bir tarih hatasına mı sığındınız?

Demek ki, durum vahim.

GÜLEN'LE FOTOĞRAF ŞANTAJI
Cemaat medyası, Fethullah Gülen'le çektirdiğimiz fotoğrafı, bir cürmü meşhud gibi sosyal medyada dolaştırıyor.

Böylece cemaat medyasının dehşetengiz ifşaatı sonucu Hocaefendi ile fotoğraf çektirmenin bir suç olduğunu öğrenmiş bulunuyorum.

Kimlerle çektirdiğiniz fotoğraf sizin aleyhinize delil olarak kullanılabilir?

Uyuşturucu baronlarıyla, mafya liderleriyle, terör örgütü yöneticileriyle yani uygunsuz iş yapanlarla...

Benim Hocaefendi ile fotoğrafım çıktı.
Bu fotoğrafı yayınlayanlar acaba beni yıpratmak isterken Hocaefendi'yi düşürdükleri durumun farkındalar mı? Kendisi ile fotoğraf çektirmek en büyük suç delili olan bir adam konumuna düşürdüler... Uzağa gitmesinler. Ekşi Sözlük'e girip benim ismimi yazsınlar. Bakın orada Fethullah Gülen'le ilgili neler yazılıyor  Ayrıca demek ki siz Hocaefendi ile görüşmek üzere davet ettiğiniz misafirlerinizin fotoğrafını çekip, şantaj yapmak üzere saklayan bir cemaat imişsiniz?  Bakalım benim gibi kimlerin fotoğrafını çektiniz de aleyhine kullanmak üzere arşivlerde hazır bekletiyorsunuz. Sırada kim var? Gün gelir siz Hocaefendi ile bir fotoğraf karesini suç delili gibi sunabilirsiniz ama benim bu fotoğraftan dolayı en ufak bir rahatsızlığım yoktur. Ben Allah dostu olarak gördüğüm bir insanı ziyaret ettim. Bir Hocaefendi ile görüştüğümü düşündüm. Ama şimdi görüyorum ki, birileri orada bize tuzak kurmanın peşindelermiş.
Sorun değil. Allah doğrunun yardımcısıdır. O kurulan tuzakları onların başına geçirir.

http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AbdulkadirSelvi/cnndeki-yayinda-ne-oldu/50392