Dehşetli bir itiraf, ithamdan da öte ve de, belden aşağı..
12 Aralık 2013
Mes
’ele,
‘dershanelerin pratik açıdan bir fayda getirip getirmediği ve kapatılmasının gerekip gerekmediği’
konusunu çoktaan aştı. Konunun on milyarlarca, hattâ yüzmilyarlarca
lirayı bulan bir rant kaynağıyla ilgili olduğu şeklindeki iddialar bile
neredeyse geride kaldı. Bir taraf, siyasî iktidar ve ülke yönetimi
üzerinde, görünmeyen bir el ile tutuyor gözükmeye çalıştığı şemsiye ile
söz sahibi olduğunu hissettirmekte ısrar ederken ve bu tavrından, bu
merhaleden sonra, geri adım atamıyacağı havasını kamuoyuna zerketmeye
çalışılırken..
Siyasî iktidar da, özellikle (İsrail
rejiminin, Amerikan makamlarını da etkileyerek değiştirilmesi konusunda
ilk tayin edildiği günlerden beri, hakkında olumsuz bir kamuoyu
oluşturmaya çalıştığı) MİT Müsteşarı
Hakan Fidan’ın bile bir takım
manipulasyonlarla yargılanmak istenmesi günlerinden sonra daha bir
gerilmiş olan sinirlerin de yönlendirmesiyle, bıçak sırtında, kendi
üzerinde görünmez bir el ile tutulmaya çalışılan şemsiyeyi, fonksiyonunu
yapamaz hale getirme dikkatinde..
Yani, konu dershanelerin ve o dershaneler üzerinde büyük çapta bir kontrol kurduğu söylenen ve kısaca
‘Cemaat’ diye anılan sosyal kesimin ilgi alanlarını taa baştan aşmış ve uluslararası istihbarat merkezlerinin ilgi alanına gelmiş bir konuydu..
Birileri de bilerek veya bilmeyerek bu oyuna geldi..
Anlaşıldığı kadar,
Tayyîb Erdoğan ise, ülkenin ve devletin en temel istihbarat teşkilatının başına güvendiği ve başkalarının özellikle
ülke dışındaki MOSSAD ve CIA gibi önemli istihbarat odaklarının ve
karar merkezlerinin ise, kuşku ile baktığı bir kişiyi getirmekle çok iyi
bir iş yaptığı ve onun harcanması konusunda verilen bir gizli savaşı
yitirmemek dikkatinde.. (S. Demirel’in, -1965-80 arasında başbakanlık
yaptığı dönemlerde- MİT Müsteşarları’nın kendisine, Afrika’da meselâ
Burkinofaso’da bir askerî darbe yapılacağını
önceden bildirecek kadar istihbarî bilgi sahibi olduklarını, ama,
Ankara’da burnunun dibinde neler olduğundan hiç bir haber
veremediklerine dair sözlerini bu noktada bir daha hatırlamakta fayda
vardır.)
‘Bu gibi konularla ‘Cemaat’
denilen bir sosyal kesim veya hareketin ilgisi ne?’
denilebilir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için, 16 -17 sene öncelere
gitmekte de fayda olsa gerek. O zamanlar ‘Cemaat’in baş ismi F.G.’nin
en yakınındaki birisi durumunda gözüken ve Zaman’ın o günlerdeki kanûnî
sahibi de olan
Alaeddin Kaya’nın Tempo dergisine
verdiği bir röportaja bakmakta fayda vardır. Sanki, bu konudaki ilk
uluslararası adımlar, o zamanlarda atılmış gibidir.
Kısaca özetleyeyim:
F.G., o zamanlar tedavi olmak için B. Amerika’ya gider. Tedavisinin
sona ermek üzere olduğu günlerde bir kişi gelir ve kendisine
‘dünyada dinî düşüncenin canlandırılmasında üstün hizmet gösterenler’e
verildiği bildirilen bir ödülü, kendisine de vermek istediklerini
söylerler. Bu ödülün 250 bin dolar kadar bir malî tarafı da vardır.
Ancak
Kaya, o ödülün malî tarafını F.G.’nin
almak istemediğini belirtir.
Bir süre sonra, aynı adam tekrar gelir ve
Papa 2. Juhannes Paulus’la ile görüşmek isteyip istemediklerini
sorar. F.G., ‘tedavinin sona ermesini takiben Türkiye’ye döneceklerini,
bu konuyu o zaman düşüneceklerini’ belirtir. Ve, o kişi, dönüş
takvimini gözönüne alarak, Papa’yla görüşmek için belirlenen randevu
tarihini getirir. Kaya, bu arada, nice ünlü dünya liderlerinin bile
Papa’yla görüşmek için aylarca beklemek zorunda kaldıklarını hatırlatır.
Ülkeye dönüldükten sonra, F.G., aralarında
A. Kaya’nın da bulunduğu bir heyetle belirlenen tarihte Vatikan’a gider ve Papa’yla görüşür.
Bu görüşmeden sonra, bir gün, Patrikhane’den telefon gelir ve
Patrik Barthalemeos’un F. G. ile görüşmek istediği belirtilir.
Kaya, bu durumu telefonla Millî Güvenlik Kurumu
(MGK) Gen. Sekr.
Org. İlhamî Kılıç’a bildirdiğini;
Org. Kılıç’ın da kendisine,
‘Onlar
sizden Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için yardımcı olmanızı
isteyebilirler, siz de onlardan Selanik’de bir İmam- Hatib Okulu
açılması için yardımcı olmalarını isteyiniz..’ gibi bir zımnî
‘olur’ verir. (O günlerde, ülke içinde,
İmam-Hatib Okulları’nın kapatılması için her yolu deneyen bir görüşün uygulayıcılarından olan bir Org. Kılıç’ın bu teklifi ilginç değil mi?)
Kaya’nın bildirdiğine göre, durumu F.G.’ye aktardığında, o,
‘Selanik’de İmam-Hatib değil, bir Atatürk Enstitüsü açılmasını isteyelim..’ der. Kaya bu görüşü, MGK Genel Sekreteri’ne bildirdiğinde, Org. Kılıç’ın tepkisi ilginçtir:
‘-Vallahi harikasınız Alaeddin Bey!..’
O ilginç röportajı, yıllar sonra ve hatırda kalan özünü yansıtan noktalarıyla bu kadarca özetledikten sonra..
Gelelim, bugüne..
*
Mâlum kişi ve çevresinin açık olmayan ya da kapalı veya karanlık
ilişkileri hakkında, çeşitli mahfillerde bir yığın iddia tekrarlanıp
duruyor; ama, ‘
Zannın çoğundan kaçınınız!’ meâlindeki
ilahî-ahlâkî hükümler gereği, bunlara kulak tıkamak ve hattâ ölçüsüz
olduğunu tahmin ettiğimiz iddia ve yorumlara karşı çıkmak durumundayız.
Tamam,
‘zann’, bize bazı ipuçları verebilir, bazı
şeylerden uzak durmamız veya nasıl bir tavır belirlememiz konusunda bir
yol gösterici olabilir ve de kimilerimizi
şüpheli şeylerden uzak durmak ya da
dibi görünmeyen kuyulardan su içmekten kaçınmak
gibi bir tavır takınmaya sevkedebilir. Ama, bize ulaşan bazı haber ve
işaretlerin daha ilerisini üzerimize düşmediği halde araştırmak,
herhalde
çoğundan kaçınılması ihtar olunan ‘zann’ olsa gerek..
Son günlerin en önemli iç mes’elelerinden birisi haline gelen
tartışma konusuyla ilgili olarak, geçen gün, birZaman yazarı olan A.T.
Alkan’a, CNNTürk’de,
cemaat’in siyasî gücü sorulduğunda, ‘
rakam olarak yüzde 1’dir..’ deyivermişti, ama,
özgül ağırlıklarının da ayrıca gözönünde bulundurulmasını
hatırlatarak.. Daha sonra ise, herhalde böyle bir zayıf veya etkisiz
göstermeye zemin hazırladığından dolayı muahezeye mâruz kalmış ya da
kalacağını düşünmüş olmalı ki, ‘
yüzde 1’ mi demişim, herhalde şaka olarak söylemişimdir..’ demek gereğini hissetmişti. Ama, Alkan’ın sözlerinin ilginç taraflarından birisi de bir
beyanat savaşına dönüşen bu kapışmada, tarafların tutumunu anlatırken, ‘Cemaat’in
din diliyle siyasetin ise,
siyaset diliyle konuştuğu’na ve siyaset dilinin daha temkinli olduğuna dikkati çekmesi olmuştu.
‘
Din dili’ ile, ‘
siyaset dili’ arasında, bir müslüman açısından ne gibi bir fark vardır denilebilir. Ancak, ‘Din dili’ ile kasdolunan herhalde,
din kültüründe
ayrı mânâları olan terimlerin kullanıldığının anlatılması idi.. Bu
konuda ise, bizzat F.G’nin sözleri ortada.. O terimleri yerli yerinde
olup olmadığı ayrı ama, sıkça ve bolca kullandığı da biliniyor;
‘Fir’avun’lardan tutunuz da, ‘
tedavisi mümkün olmayan tımarhanelikler’nitelemelerine varıncaya kadar.. Bu ifadelerin ve benzerlerinin, ‘
din dili’ olarak nitelenmesi ne kadar doğrudur, o da ayrı..
*
Ve bu mücadelede ‘din dili’ kullananların sorumluluğu?
Bu konuda, önce, ‘siyaset dili’ni kullandığı belirtilen Tayyîb Erdoğan’ın, 5 Aralık akşamı,
İlim Yayma Vakfı’nın
40. Yıl proğramında yaptığı konuşma son derece önemliydi ve birilerine
verilen ince mesajlar taşıyordu. -Ki, bu vakfın temelini oluşturan
İlim Yayma Cemiyeti’nin tarihi daha da eskidir.-
Konuşmasında Tayyîb Erdoğan özetle şöyle diyordu: 'İlim Yayma
Cemiyeti'nin Vefa'da şu anda yurdun olduğu yerdeki o ahşap binada
İmam-Hatib'e hazırlık kurslarına gittiğim günleri hatırlıyorum. (…)
Ondan sonra da geldik Fatih- Çarşamba'daki İmam Hatib'de okuduk.
Orası İstanbul'un tek İmam-Hatip Okulu’ydu. Ama şimdi bu sayılar her
ilçeye yayılmış her ilçede oluşmuş vaziyette.. (…) Baktılar ki yaşanan
gelişme bazıları için iyi değil,
bunun önünü kesmek lâzım
dediler. Önce damarlarımızdan bir tanesini kestiler ve orta kısmı
kapattılar. İşi biliyorlardı. Diyorlardı ki, 'Biz şurayı kesersek …Biz
bu işi çözeriz’ ve bu adımı attılar. (…) Adımı attılar ama tabiî,
onların tuzakları varsa, onların hesabları varsa o tuzakların üstünde, o
hesabların üstünde Rabbimin de bir hesabı vardı ve bu hesab tecelli
etti. ve olan oldu. (...) Sabır-sabır derken bir
28 Şubat oldu.
O ara, bu ülkeye çok şeyler kaybettirdi.
Bunun farkında olanlar var, olmayanlar var.
Bir nesil katledildi. Bu nesli katledenlerin bu ülkeye ödettikleri
bedelin altından kalkmaları mümkün değil. Yolsuzluklar orda oldu,
yoksulluklar orda arttı. Bu yolsuzlukların çetelerin el ele vermek
sûretiyle bu ülkeyi yönetmelerine fırsat hazırlayanlar onlar oldu.
Şimdi bazıları da nedense rahatı görünce farklı bir duruma düştüler. (…) İmam-Hatib Okullarının, meslek liselerinin kapılarındaki kilitleri biz kaldırdık.
Şimdi, yeni yeni bazı kutsallar üretiliyor. (…) Biz böyle olsun istemezdik, ama bu da oldu, maalesef.. (…)
(İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında
Bezm-i Âlem Vakıf Gurebâ Hastahanesi’nde,
başörtüsü yasağı sebebiyle üniversitede okuyamayan ve psikiyatri
servisinde yatan 2 genç kızı anlatan Erdoğan şöyle konuşuyordu): 'Bu
ülkede benim gördüğüm o kızlarımızdan çok daha ağır bunalım içerisine
girenler oldu. Bunların hesabını kim verecek. Bu ülkeye bu yakışıyor mu?
Maalesef bu bedeli, bu çileyi bu insanlara ödettiler. Biz bu zulme
hamdolsun son verdik.
Tabiî, o zamanlarda başörtüsüne 'füruat'
diyenler de oldu. Onları da gördük, bunları da yaşadık. (…)
’İmam-Hatib yıllarında yurtta beraberce kaldıkları bazı
arkadaşlarının haftalarca harçlık alamadığını’ anlatan Erdoğan daha
sonra şunları söylüyordu: "Ayaklarına giyecek ayakkabı, üstlerine
giyecek bir ceket, bir kravatları yoktu. Yatılı okulda, yurdun imkanları
neyse, onunla yetiniyorlardı. Ama işte o arkadaşların imdadına o
hayırseverlerimiz yetişiyordu. Çoğunun kim olduğunu ne biz bildik, ne o
ihtiyaç sahibi arkadaşlarımız bildi. Kendilerini hiç göstermediler. Sağ
elleriyle verdiklerini sol elleri hissetmedi. Verirken de hiçbir ayırım
yapmadılar.
’Bu bizden, şu sizden..’ diye bir ayırım yapmadılar. ’
Bu Doğuludur, bu Batılıdır, bu siyahtır, bu beyazdır, bu türktür, bu kürddür..’ demediler.
’Verdik, karşılığını alırız’demediler.
’Sizi biz okuttuk. Siz artık bizim neferimizsiniz..’ demediler. İnsana, borsada işlem gören bir meta, üzerini yatırım yapılabilir, bir finans aracı olarak asla bakmadılar.
Buradan ne kazanırız hesabına girişmediler. İnanın, o hayırseverleri bir Allah biliyor. Bir de sadece kendileri..’
*
Evet,
’siyaset dili’ diye ayrı bir kategoride değerlendirilen
bir konuşmadan, Erdoğan’ın sözlerinden bir demet.. Bu sözlerin türkçeden
türkçeye tercümesi yapıldığında, elbette ki nerelere gittiği ortadadır.
*
’Din dili’ ile konuştuğu belirtilen F.G. ise konuşmalarında başka şeyler söylüyordu..
Meselâ,
1 Aralık günü yaptığı açıklanan konuşması, kendisine aid internet sitesinde ’
Bamteli’ başlığıyla şu şekilde veriliyordu:
‘...Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben” deyip varlığını
ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun benliğini, bir taraftan
irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet, kin, nefret ve benzeri
duygularla donatmıştır. (...) Bu anahtarı kullanmasını (...) bilmeyen
ve mahiyetinden haberdar olmayanlar... “ene” öyle bir gayya ve bir
girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice güçlüleri yere
sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir.
Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde
kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır. (…)
İnsandaki kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir inat
adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana
gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını
iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten
ayrılmaz. Böyle bir kimsenin önünü tamah, makam, mevki, şöhret, rahat
ve rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını
tamı tamına vererek hak yoldan hiçbir zaman ayrılmaz. (…) Rasûl-ü Ekrem
(sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye’de o ağır şartlar
karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek
de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba
katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve
tabloyu doğru okumaydı.. İnat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama,
kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı. (…)
Sizin gibi (…) gaye-i hayalimize hizmete kendini adamış insanlar,
ileriye adım attıkları gibi yerinde yanlışlarından dönmeyi de bilmeli ve
geriye adım atmada da diriğ etmemelidirler. (…)’
*
Evet, bu sözlere de‚ Zaman yazarının deyimiyle
’din dili’, diyelim.Ve genel çerçevesi itibariyle, bir müslümanın herhalde karşı çıkması düşünülemez.
Bazıları zannetti ki, mes’ele kapandı, kılıçlar kınlarına sokulacak..
’Bu ne perhiz, bu ne turşu?’ lafıyla bile geçiştirilemiyecek bir durum
Ancak, F.G.’nin 9 Aralık günü yaptığı belirtilen konuşmasında söylediklerine ne demeli?
Görüntülü olarak bizzat kendi ağzından söyledikleri karşısında insanın nutku tutuluyor.
Amerika’da,
Pensilwania şehrinde oturduğundan hareketle, bazılarının
esir
olduğundan dem vurduğu, bazılarının da bir takım ilgilerine işaret
edenlere itibar etmeyenleri bile şaşırtan bir ifade tarzı ile -özet
olarak- diyordu ki bu zat:
’Şimdi çok yüksek makamlarda bulunan bir kişi.. Yıllarca önce,
nefsine mağlub olup, bir alufteye gitmek üzereyken bana haber verdiler.
Burada (Amerika’da) akşam üstü, orada gece yarısıydı. Hemen tanıdığım
birisine telefon ettim, onun engelledim.. Bunu daha önce hiç
anlatmamıştım size.. Onun bu halini bildiğimi bildiğinden, benim için
herhalde,
’Nalları dikip gitse de bu iş kapalı kalsa..’ diyordur.(…) Ama, bunu size daha önce, yıllar boyu söylememiştim. Çünkü
müminin şiarı bunu gerektirir..’ (Buradaki
nalları dikmekdeyimini F. G., kendisi için bizzat kullandığından tekrar etmek zorunda kaldım.)
*
İmdi.. Bir kişi, farzedelim ki, denildiği üzere, şeytana uymuş, bataklığa doğru ilerliyor..
Siz bunu önlemişsiniz ve yıllarca da kimseye söylememişsiniz. Ve bunu
müminin şiarı olarak da belirtiyorsunuz.. Öyle ya, kişilerin gizli
hallerini araştırmak, açığa çıkarmak, ortaya dökmek çirkindir. Ama, siz,
bunu şimdi, bu kavga günlerinde dile getirirken..
Elinizdeki bilgilere göre, bir kişi töhmet altında kalabilirken, bunu medyadan ortaya atmakla, ve
çok
üst makamlarda bulunan her kim varsa, hepsini de şübhe ve töhmet altına
alacak şekilde suçlamanız, yığınla insanı da töhmet altına atmak ve
belden aşağı vurmak değil midir? Bu tavır, mümin kişinin
sorumluluğuna yakışıyor mu? Ve bu sözleriniz, bir ithamdan da öteye,
dehşet verici bir itiraf mahiyetinde değil midir?
*
Daha da önemlisi..
’Çok yüksek makamlarda olduğunu’ söylediğiniz bir kişi, bir
yanlışa sürüklenmek üzereyken, hemen, bunu size duyuranlar kimler ve siz
bir telefon veya sair elektronik iletişim yollarıyla haberdar
edildiğinizde bunun sıhhatinden hemen nasıl emin olabiliyor ve taa
Pensilwania’lardan devreye girip birilerine talimat vererek nasıl
müdahale edebiliyorsunuz? Ve yıllarca suskunluktan sonra, şimdi
siyasetin en üst makamlarından bazılarıyla bir mücadeleye girilince,
âdeta elinizde daha ne gibi gizli-mahrem bilgilerin bulunduğunu ihsas
ettirmek istercesine, birilerine nasıl
gözdağı veriyorsunuz?
Gerçekten de, size bağlı olan bazı güçlerin devlet imkanlarından da
istifade ederek birilerinin gizli-mahrem halleri için, bir takım
fişlemeler yapıldığına dair iddialara haklılık kazandırmaz mı, bu
tutumunuz?
Bu fişlemeleri yap(tır)mak yetkisini o gibi kimselere kim verdi ve bu
gibi iddiaları duyduğunuzda, onları bu gibi haram işlerden men’etmek
gibi yolu takib etmeniz gerekmez miydi? Ve, bu açıdan siz, sahiden de
kimsiniz? Müslümanlar arasından bir ünlü kalem sahibinin,
’Onun imanından şüphe etmiyenin imanından şüphe ederim..’ şeklindeki sözü üzerine,
’Bu nasıl söz.. Benim imanımdan şübhe ederseniz ediniz, ama, ben başkasının imanından nasıl şübhe ederim?’ diyen bu satırların sahibini şaşırttığınızın farkında mısınız?
*
Dünya çapındaki hemen bütün elektronik haberleşme/ iletişim/
komünikasyon mekanizmalarının başında bulunan ve hergün 6 milyar insanı
izleme imkanına sahib olduklarını belirten Amerikan emperyalizmi ve
onların işbirlikçilerinin ne gibi imkanlarının olduğu ayrı bir konu..
Bunda şaşırtıcı bir durum da yoktur.
Ancak, şaşırtıcı olan, bu bilgilerin ve bilgilendirmelerin size nasıl ulaştırıldığıdır?
Bu gibi konularda, kişilerin mahrem hayatları konusunda devlet
mekanizması içindeki bazı bağlılarınız eliyle bilgilendiriliyorsanız, bu
durum daha da tehlikelidir.
Kılık-kıyafetinden dolayı, özel bir lakabla anılan ve belirli bir
cemaat’e va’z u nasihat ettiğini düşünen bir kişinin size ağır
suçlamalar yöneltmesinden sonra, başına gelen büyük sıkıntıların
faturasının da size ve bağlılarınıza çıkartıldığını; onun hakkında
yayınlanan ve çok ustalıklı şekilde montaj işi olduğu da söylenen çirkin
muhtevalı kasetlerin arkasında da bir yerlere işaret edildiğini
herhalde biliyorsunuzdur. Ama, o kişi, sonra, aşağıdan aldı, övgülere
başladı da; ancak ondan sonra,
’büyüklar arası barış olduğu’ söylendi de, konu kapanır gibi oldu.
’Harb hiledir’ sözünü, her türlü insan ilişkilerine de
indirgeyerek kendisini mâzur göstermeye çalışanlar kervanına
müslümanların şu veya bu şekilde katılmaları, en çok da İslam’a bühtan
edenlerin ekmeğine yağ sürmeyecek midir? (Daha geçen hafta, çölleri
aştığı söylenen ve hiç de emîn olmayan bir kişinin,
’Bize bir ünlü kişi hakkında bir çirkin kaset ulaştırıldı, seyrettim, attım bir kenara..’ demesiyle, o gibiler bile, fazilet dersi vermeye kalkışırken..)
Bu yöntemlerden dolaylı olarak haberdar olduğunuzu bu son
sözlerinizle ortaya koymakla kendi sorumluluğunuzu gözönüne alıyor
musunuz?
Bir siyasî parti liderinin, partisinin başından uzaklaşmasını
gerektiren bir video kaset ortaya çıkınca, birileri hemen bir yerleri
hatırladılardı. Ama, o kişi, o çirkin görüntüleri reddetmediği halde,
siz ona teselli eden bir mesaj gönderdikten sonra, o kişi,
’Pensilwania’dan geldiği’ni bildirdiği bir mesajdan sonra
, ’o konunun o cemaatle bir ilişkisinin olmadığını’ söylemekle, sizi veya bazı bağlılarınızı temize çıkarmış mı oldu sanıyorsunuz?
Allah’u Teâlâ, hepimize beden ve ruh sağlığı, kalb rikkati nasib eyleye..
http://www.haber10.com/makale/36509/#.UvFUGvti0tB