HERŞEYİN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR. Sizin bir planınız, bir hesabınız varsa, Allah’ında bir planı bir hesabı var.

4 Şubat 2014 Salı

 Unutmayın bunun adı 2. Kurtuluş Savaşı!

 Unutmayın bunun adı 2. Kurtuluş Savaşı!

işte Diler'in yazısı:
Türkiye üç gündür YOLSUZLUK operasyonuyla çalkalanıyor!
Herkes ister istemez konunun içinde! Her köşede manşet bu! Kimileri zil takıp oynuyor, kimileri ne yapacağını düşünüyor, kimileri de "Biz nerede yanlış yaptık?" sorusunun cevabını arıyor... Dostlarımız eksik olmasın soru yağmuruna tuttu? Herkes ilgi ile nereye sürüklendiğimizi izliyor? Kaygı da var, umut da! Korku da var panik de!
Anlayacağınız söylenecek çok söz var!
Sırayla gidelim... Çoğunluk AYAKKABI içine konulan para destelerinden, evlere saklanan HAZİNELERDEN, Vakko poşetlerinden, kuryelerden, ulaklardan, şoförlerden, PARA SAYMA MAKİNALARINDAN, kasalardan, dağınık yataklardan, Ebru Gündeş'in kocasından, altınlardan, sadece iki kişinin kullandığı ÖZEL telefonlardan, X-RAYcihazlarından, taksicilerden sözediyor!
Parayı götürdüğü iddia edilen ÇOCUKLAR ve BABALAR arka planda!
Ama iddialar ve ortaya atılan fotoğraflar mide bulandırıcı!
Kimsenin arkasında durabileceği cinsten değil! Devlette görev almış birinin aklına bile getirmemesi gereken ilişkiler bir şekilde kurulmuş! Belli ki ateş olmayan yerden duman tütmez kuralı burada da geçerli! Ama neticede HAKİM değiliz, bir çırpıda KARAR vermek doğru değil!
Amma el altından yapılan SERVİSLER sonucu milletin aklı karıştırıldı!
BU GERÇEK! İşte bunu gördüğüm için kimsenin, hem de hiç kimsenin arkasında durmadan operasyonun üzerinde seyahate çıktım... Sorularım ve aradığım cevaplar vardı! Pek çoğunu buldum! Operasyon fitilini kimin ateşlediğini bildiğim için İZ sürmem zor olmadı! Zaten bu gibi durumlarda biraz DİKKAT sizi kesinlikle gerçeğe götürür!
Bakın!
Hiç kimseye kefil olmam, olamam!
Özellikle BÜYÜK TÜRKİYE kurulurken, böylesine can alıcı hatalar yapanların yanında yer almamız düşünülemez! Şahsen böyle isimlerle çay bile içmem!
Ama yine de bütün bunlar GERÇEĞİ görmeme engel değil!
Öfkemin, AKLIMIN önüne geçmesine gerekçe oluşturmaz!
El altından servis edilen fotoğraflara ve haberlere baktığınızda ÇOK ÖNEMLİ bir ayrıntı karşınıza çıkıveriyor!
İsmi geçen insanlar her ne yapmışsa AYRI zaman dilimlerinde, ayrı tarihlerde, ayrı yerlerde, ayrı insanlarla, ayrı bir şekilde YAPMIŞ!
Bizim önümüze getirilen KANITLAR TORBASI, başka başka enstrümanların başka başka zamanlarda toplanıp bir araya getirilmesinden oluşuyor!
Birazcık polisiye izleyen biri bile bilir ki bir SUÇ varsa onun takibi eksiksiz yapılır ve zamanında sonuçlandırılır! Burada karşımıza çıkan, farklı zamanlarda işlendiği iddia edilen suçlardan KOKTEYL yapılması ve bunun YENİ gibi sunulması!
İşte bu nedenle yapılanın adı OPERASYONDUR!
Hedefi BAKANLARI ya da oğullarını almak değil Erdoğan'ı götürmektir!
Operasyon olduğunun en ilginç göstergesi de ismi AHMET MURAT ÖZİŞ olan KURYENİN milyon dolarlarla havalimanından geçmesi, daha doğrusu parayı RESMEN beyan etmesidir!
Havalimanında milyon dolarların oradaki güvenlik tarafından görülmesi "TAKİP" için yeterli bir NEDENDİR!
Hem de fazlasıyla... Bir de her PAKET ne hikmetse aynı kişi tarafından ilgili kişilere ulaştırılıyor! Belli ki giderken PARA SAYMA MAKİNASI da bonus olarak götürülüyor!
Bir şeyi satın almadan kesinlikle muhakeme edin!
İnanmadan sorgulayın! "Ya öyle değilse?" sorusunu kendinizden uzak tutmayın!
Ankara'yı sarsacak PARA dolu çantaları lüks araçlarla 2-3 saat içinde güvenli bir şekilde götürülmeyip uçak kullanılmasının nasıl bir anlamı olabilir!
Çok açık! "LÜTFEN BİZİ TAKİP EDİN!"
Büyük fotoğrafa baktığımızda OYUNU kuranlar ısrarla "Bakın burada suistimal var!" diye adeta haykırıyor!
Zaten senaryoyu yazan, bu nedenle polis ŞEFLERİNİN müdürlerine, amirlerine haber vermeden işi yapmasını istiyor!
Hedef, Erdoğan'ın başlattığı yürüyüşün "AK" olan ismidir!
Dünyada saygınlığı ve ağırlığı olan BAŞBAKAN'A "Sakın bizi hafife alma! Bizim gücümüzü sınama!
Çalışma arkadaşlarınla, yakın çevrenle seni vururuz!" mesajıdır!
Daha da açığı "Gücün yetiyorsa gel biz buradayız!" meydan okumasıdır! "Paralel değil devletin kendisiyiz" demektir!
Bu "Siz istemeseniz de biz sizinle çarpışacağız!" narasıdır!
Bilmeyenler için sürpriz olabilir ama kabul etmeliyiz ki karşı taraf daha UYUMLU hareket eden ve aynı yerden emir alan bir YAPI görüntüsünde!
Ankara ise düne kadar hoşgörülü, affedici, anlayışlı ve sonradan üzülmemek adına temkinle hareket eden mottoya sahipti!
Artık film koptu!
Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendisine meydan okuyanlarla kapışacak! Devleti ele geçirip BARONLARA teslim etmek için varedilen YAPI hiç görmediği bir şiddetle karşılaşacak! Devletin bütün kademeleri hoşgörüyü kaldırarak gelecek!
Can alıcı yerlere inilecek! Hesabını veremeyecekleri sorular sorulacak...
Velhasıl birilerinin canı çok yanacak!
Emniyetteki kasırga ilk adımdı!
Arkası inanılmaz bir şekilde gelecek!
Yıllardır devletin bildiği ancak ellemediği odaklar etkisiz hale getirilecek... Ve Türkiye, İngiltere'nin içeri sokup büyüttüğü karanlık ellerle tanışacak!
Filmlerde gördüğümüz oto yıkamacısının AJAN çıkması gibi şaşıracağımız çok sahneler olacak!
Yabancılara eksiksiz itaat edenlerin listesi önümüze gelecek... "İki Müslüman kavga ediyorsa saldıranın karşısına dikilin" ayetinde olduğu gibi DEVLET bir ve bütün!
Çok uzun zaman sonra DEVLETİNİ geri alan MİLLET bunu bırakmayacak!
Eğer gerekiyorsa içerdeki kardeşlerinin üzerine basacak!
Bu senaryoyu BARONLAR YAZDI!
CHP ve partiyi kontrol eden İstanbul BARONU rolleri böyle paylaştırdı!
Kimsenin GIKI çıkmadı!
Çünkü rolleri dağıtanlar asıl ARŞİVİN sahibi!
Bunlar kullanamayacakları adamları yanına sokmazlar!
Bir tarafın büyük yara almasını, Ankara'nın da zarar görmesini hedeflediler!
Testiler çarpışacak onlar kazanacaktı!
Çünkü Erdoğan'a yakın isimlerle daha önce SÖZ KESTİLER!
Dikkatleri CHP üzerine çekip asıl darbeyi sona sakladılar!
AK Parti'nin içinden bir KOLU yeşertip CHP desteğiyle kontrolü tekrar ele almak niyetindeler!
Tek engel ERDOĞAN!
Bizler fotoğraflarla oyalanırken, onlar bu yüzden gülüyor!
Bizim oyunlarını görmediğimizi sanıyorlar!
Son gülen iyi güler!
NOT: Erdoğan'ı sevin ya da sevmeyin!
Kızın ya da sempatiyle bakın! Hiç önemi yok! Ama büyük millet gibi davranıp DEVLETİN başına örülen çorabı ellerinizle yırtıp atın! Devlet bütünleşmişken milletin ayrışması onların ikinci kozu! UNUTMAYIN
bunun adı 2. KURTULUŞ SAVAŞI!

http://www.haber10.com/haber/458936/#.UvFor_ti0tB 

Bizi pornocu şantajcılara götürecek tek iz Gülen'de!
20 Aralık 2013
 Bizi pornocu şantajcılara götürecek tek iz Gülen'de!
Bizi pornocu şantajcılara götürecek tek iz Gülen’de!
Star gazetesi yazarı Hakan Albayrak taşı gediğine koyan bir soruyla Fethullah Gülen'e seslendi ve dedi ki, "Seni arayan o zat kimdi?"
Pornocuların ortalıkta şantaj savurduğu bir süreçte Albayrak'ın çarpıcı yazısı şöyle:
POLİS VE YARGIDA GÜÇLÜ OLAN KADRO PORNO ŞEBEKESİNİN GÖBEĞİNDE BULUNUYOR
Siyasi kavgada pornoculuğa tevessül edenler itina ile korunuyor. Bir grup siyasetçinin kariyerine gizlice kaydedilmiş porno görüntüleri marifetiyle son verilmesinin üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen, o pornocu-komploculardan daha bir tanesi bile yakalanmış değil. Yakalanmak şöyle dursun, izine bile rastlanmış değil. Onca derin devlet tezgâhını parçalayan, onca cuntayı ortaya çıkaran, onca illegal örgütü dağıtan polis ve yargı, nasıl oluyor da bir tek 'kasetçi'nin bile izini bulamıyor? Buna ancak şöyle bir izah getirilebilir: Polis ve yargıda çok güçlü olan ve tayin edici rol oynayan bir kadro, o porno şebekesinin göbeğinde bulunuyor. Şebekenin üstüne gidilmesini engelliyor.
O ŞEBEKENİN ORTAYA ÇIKARILMASINA YARAYACAK İRTİBATLARA SAHİP BİR ADAM VAR
Evet; sorun bulamamak değil, aramamak. "Elimizde o şebekenin izini sürmeye yarayacak hiçbir ipucu yok" diyemez kimse. Hele bu saatten sonra hiç diyemez. Çünkü, o şebekenin ortaya çıkarılmasına yarayacak irtibatlara sahip olduğunu faş eden bir adam var artık ortada: Fethullah Gülen.
Geçenlerde bir 'vaazı'nda ne demişti, hatırlayalım: "Bana akşamüstü bir telefon geldi. Burada (Pensilvanya'da) akşamdı.Türkiye'de de gece yarısıydı sanıyorum. Dediler ki nefsine uyarak bir yerde bir alüfte (fahişe) ile buluşmaya gidiyor ve aynı zamanda birilerinin de komplosu söz konusu olabilir. Türkiye'de onu tanıyan bir arkadaşa telefon ettim. Kalk dedim, gece yarısı deme evine koş git. Bu bir komplo meselesi ise şayet, günümüzde geldiği konuma gelemezdi… Bu mevzuda belki 10 tane hadise sayabilirim…"
GÜLEN"İN İFŞAATI O KADAR BÜYÜK Kİ
Gülen'in "söz konusu olabilir" ve "komplo meselesi ise" derken kullandığı ihtiyat ifadeleri, kesin konuşması halinde katlanmak zorunda kalacağı bazı tatsız sonuçlara karşı bir tedbir olsa gerek. Ama ifşaatı o kadar büyük ki, oncağız tedbirle bastırılamaz.
O KOMPLOCULARI GÜLEN TANIYOR MUYDU?
Şimdi sormak lazım: Gülen'i arayan o zat kimdi? Bahsi geçen şahsın "bir alüfte"ye gittiğini nereden biliyordu? Takip mi ediyordu o şahsı? Niçin? Telefonunu mu dinliyordu? Niçin? Yoksa takip edeni mi takip ediyordu? Niçin? Telefonunu dinleyenin telefonunu mu dinliyordu? Niçin? Komplo meselesini nereden biliyordu? Komployu kendisi mi kurmuştu? Kuranlarla aynı çetedendi de son anda vicdanı mı sızlamıştı? Kendisinin ilgisi yoktu da komplocuları mı tanıyordu? Hangisi?
BİZİ KOMPLOCULARA GÖTÜRECEK NET İZ
Hangisi olursa olsun, işte bizi pornocu-komploculara götürecek net bir iz. Gülen'e telefon açan o zat kim ise, ya kendisi komplocu ve yahut komplocuları biliyor. Önemli bir zanlı veya tanık. Gülen'e derhal onun kimliği ve adresi sorulmalı. O zat bulunmalı ve kendisine yukarıdaki sorular sorulmalı. Gülen, böyle 10 tane hadise sayabileceğini söylüyor; diğer hadiseleri haber verenlerin kimliklerini ve adreslerini bildirmesi de istenmeli. Onlar da tek tek bulunup sorguya çekilmeli. (Sorgularda komplo kurbanlarının kimlikleri üzerinde durulmamalı, bunlar ister istemez sözkonusu olsa bile katiyen kamuoyuna sızdırılmamalı.)
Mühim bir husus daha; Gülen'e muhakkak sorulması gerekir: "Bu hadiselerin içinde yer alan veya bu hadiselerden haberdar olan ne çok tanıdığınız var; nasıl oluyor da böyle adamlar hep sizi buluyor? Nedir onlarla münasebetiniz? Size niye rapor verip duruyorlar?""
Emniyet ve yargının, siyasi mücadelede seviyeyi dibe düşüren aşağılık porno kaset kampanyalarının üzerine nihayet ciddiyetle eğilmesini bekliyoruz. Ellerinde hiçbir ipucu yoktuysa, işte şimdi var. Basit ip ucu değil, halat ucu!
Son günlerde çıkan 'kasetler' sahte; onlar bir yana, geçmiş yıllarda olduğu gibi gerçek 'kasetler' piyasaya sürülürse, prodüktörleri bulmak için kime müracaat edileceği belli. Fakat yeni kampanya beklenmeden, eski kampanyaların hesabını sormak için şimdiden harekete geçilmeli.

http://www.haber10.com/haber/458970/#.UvFn3Pti0tB
Cem Küçük- Yeni Şafak

Çevik Bir - Alan Makovsky bağlantısı

Çevik Bir 28 Şubat darbesini sorgulayan savcının talebiyle tutuklandı. Sadece Çevik Bir değil, başka muvazzaflar da tutuklandı. Bu isimler sorgulanırken dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı unutulmuştu.

Sağolsun (!) Çevik Bir verdiği dilekçede illegal bir kurum olan ve fişleme yapan Batı Çalışma Grubu'nun (BÇG) Karadayı'nın emri ve görüşleri dahilinde kurulduğunu söyledi. Ben içerideyim, o niye dışarıda diye sitem etti. Savcılar bu dilekçe üzerine harekete geçti ve Karadayı gözaltına alındı. Belki yaşından belki yeni yargı paketiyle tutuklanmadı.

Batı Çalışma Grubu kimin eseriydi? Şayet Karadayı'nın BÇG'den haberi yoksa ortada sıkıntılı bir durum var demektir. Çünkü Çevik Bir demek ki Karadayı'ya güvenmiyordu ve askeri hiyerarşiyi ihlâl ediyordu. Eski Genelkurmay Genel Sekreteri emekli Tümgeneral Erol Özkasnak, 12 Şubat 2006'da o zaman Sabah'ta çalışan Metehan Demir'e, 'BÇG Çevik Bir'in işiydi' açıklamasını yapmış.

O zaman akla hemen şu soru geliyor: Acaba BÇG'yi Çevik Bir'e öneren ya da böyle bir yapı kurulmasını öneren kimdi? Bu kişi Alan Makovsky * olabilir mi? Şöyle bir geriye gidelim.
Hasan Cemal, Türkiye'nin Asker Sorunu isimli kitabına Cengiz Çandar 28 Şubat'la ilgili hayli çarpıcı bir yazı yazmıştı. O yazıda Çandar, ABD Dış İşleri Bakanlığı'nın 8.katında Madeline Albright ve Alan Makovsky öncülüğünde yapılan bir toplantıdan bahsediyor. Erbakan'ın darbesiz devrilmesi için en çok bastıran kişilerden biri Alan Makovsky'ydi.

Washington merkezli The Washington Institute for Near East Policy (WINEP) think tank'in kurucularından olan Makovsky'nin Çevik Bir'le özel ilişkisi vardı. Türkiye'yi iyi bilen Makovsky aynı zamanda sıkı bir İsrail yanlısı.

Makovsky ve Çevik Bir'in Nisan 1997'de İsrail'de buluştukları ve Makovsky'nin Bir'e bazı telkinlerde bulunduğu iddia ediliyor. Hatta Çevik Bir'in 2002 Sonbaharında Martin Sherman'la birlikte kaleme aldıkları Formula for Stability: Turkey Plus Israel (İstikrar Formülü: Türkiye Artı İsrail)** makalesinde Alan Makovsky'den birçok alıntı var.

O yazıda Çevik Bir özetle şöyle diyordu: 'Erbakan için, İsrail bir 'ebedi düşman' ve 'Arap ve İslam dünyasının kalbinde bir kanser.' Erbakan, İsrail ile ilişkileri dondurmaya söz verdi. Ordu, dedi ki: Ülkenin yüzünü İslam'a dönmesini ve İsrail ile ilişkilerin riske atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan, kontrol altında tutuldu. Türkiye ve İsrail MGK baskısıyla İslamcı Başbakan istifasını sundu.'

28 Şubat'ın en kudretli ismi Çevik Bir'di. İsrail'in emir kulu gibi davranıyordu. Bir yandan ABD'deki İsrail yanlısı neo-conlar Erbakan'ı devirmek için planlar yapıyor, öte yandan Alan Makovsky Çevik Bir'e yol haritası sunuyordu. Hatta Bir'in JİNSA'dan aldığı ödülü organize eden kişi Makovsky'ydi.

Yani işin özeti Batı Çalışma Grubu'ndan Karadayı'nın haberi olmayabilir. Çünkü BÇG'den buram buram İsrail kokusu geliyordu. Acaba BÇG'nin elde ettiği bilgiler, yaptığı fişlemelerin bir kopyası da İsrail'de var mıdır? İsrail ileride Türkiye dosyalarını açıklarsa kim bilir neler çıkar ortaya?

*Alan Makovsky ve makaleleri hakkında daha fazla bilgi için bkz. http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/all/all/14760/1969-12-31/2013-01-05/25/P25#browse

**Middle East Quarterly Fall 2002, pp. 23-32Formula for Stability: Turkey Plus Israel (Çevik Bir, Martin Sherman)

Twitter.com/cemkucuk55

İşte Abdülkadir Molla`nın son sözleri

 

 12 Aralık 2013

Abdülkadir Molla, idamından önce görüştüğü ailesine şehadetin kendisi için Allah`ın en büyük lütfu olduğunu ve asla bir dünyevi makam karşısında af talep etmeyeceğini söyledi


 Bangladeş saatiyle 22`de idam edilen Abdülkadir Molla, idamından önce biraraya geldiği ailesine şunları söyledi:
"Suçum Allah`tan başkasına kulluk etmemekti. Bize kulluk et, dediler. Ben de "asın" dedim.

Ben kesinlikle masumum . İslami harekete mensup olduğum için öldürülüyorum. Şehidlik herkese ihsan edilmiş bir kader değildir . Yüce Allah bana şehidlik nasip ederse, kendimi en şanslı olarak düşünürüm. Şehidlik hayatımın en büyük başarısı olacaktır. Benim kanım İslami hareketi ayağa kaldıracak ve otokratların sonunu getirecektir.

Kendim için endişeli değilim. Ben bu milletin ve İslami hareketin akıbeti hakkında endişe duyuyorum. Bildiğim kadarıyla herhangi bir hata veya suç işlemedim. İslami hareket için bütün hayatımı feda ettim.

Yüce Allah`ın lütfuyla başımı hiçbir adaletsizliğe asla eğmeyeceğim. Dünyevi bir makam önünde af ve hayat hakkı aramak asla söz konusu olamaz. Allah, hayat ve ölüm konusunda karar verecek tek güçtür. Kaderimi, Allah belirleyecektir.

Ben herhangi birinin kararı gereği idam edilmiyorum. Benim şehidlik zamanım Yüce Allah`ın kararına göre sonuçlandırılacak. Her durumda Yüce Allah`ın kararını kabul ediyorum.
"

28 Şubat Dâvâsı... Ağlama Duvarı ve Şarap’la gelen darbe!

 Hasan Karakaya / Yeni Akit

13 Aralık 2013 

Geldi... Nihayet geldi...
Sürekli “rapor” alıyordu.
Dün, “apar-topar” geldi...
“Rakı kadehi”nden mi ayrılamadı, yoksa “Ağlama Duvarı”ndan mı bilinmez ama, bugüne kadar gelmediği “duruşma”ya dün geldi.
İsmail Hakkı Karadayı’dan söz ediyorum... “Refahyol Hükümeti”ne karşı gerçekleştirilen “28 Şubat Darbesi”nin kurmaylarından ve o dönem “Genelkurmay Başkanı” olan İ. Hakkı Karadayı’dan!..
“28 Şubat Dâvâsı”nın dünkü duruşmasına gelen Karadayı, tam bir “kabadayı” edasında konuşmuş...
28 Şubat sürecindeki gerginliklerin kaynağının merhum Erbakan’ın başında bulunduğu Refahyol Hükümeti olduğunu öne sürmüş ve demiş ki;
“Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir. 28 Şubat’ta bu esaslara ters düşen uygulamalar ortaya çıktı. Refahyol hükümeti, kuruluşundan bir süre sonra temel anayasal prensiplerinin dışına kaymak suretiyle, özellikle dini siyasete alet ederek, irticai gelişmelere kucak açmak, laikliği yıpratmak, bazı çevreleri tahrik etmek suretiyle kamuoyunda ciddi huzursuzluklara neden olmuştur. Bu gelişmeler, bu sürecin başlangıcı olmuştur.”
28 ŞUBAT’TA SEN NEREDEYDİN?
Gördünüz ya;
“Türkiye, laik bir devlet”miş ama merhum Erbakan, “dini, siyasete alet etmiş!”
Yani, demek istemiş ki;
“Laik bir devlette;
Din ayrıdır, siyaset ayrı!”
Tamam da, sorarlar adama;
“Merhum Erbakan’ı dini siyasete alet etmekle suçlayan siz, 27 Şubat 1997’de, bir din devleti olan, Yahudi Şeriatı’nın esaslarına göre yönetilen İsrail’de değil miydiniz?”
Evet, evet;
27 Şubat 1997’de İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ile görüştünüz... Görüşmede, İsrail Genelkurmay Başkanı Ammon Şahak da vardı...
Netanyahu’ya dediniz ki;
“Siz de asker olduğunuz için askerler arasındaki diyaloğun önemini bilirsiniz. Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler her zaman iyi olmuştur. Bundan sonra daha da iyi olacaktır. Askerler arasındaki diyalogda çok olumlu gelişmeler var.”
O da size dedi ki;
“Türkiye ile ilişkilerin önemini biliyoruz. Aramızdaki işbirliği, bu problemli bölgeye istikrar ve huzur getirecektir. İşbirliğimiz sayesinde bu gerçekleşecektir.”
“DARBE, İSRAİL İÇİN!”
Bu konuşmalar, “sıradan” gibi görülebilir... Ama, Karadayı’nın; “Bir Şeriat Devleti” olan İsrail’e niye gittiği ve bu konuşmaları niye yaptığı, yıllar sonra “Çevik Bir’in kaleme aldığı bir makale”de “itiraf” edilecektir.
Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir, Erbakan’a, daha doğrusu “Refahyol Hükümeti’ne yönelik darbe”nin sadece ve sadece “İsrail’in çıkarları” için yapıldığını yazıyordu!..
Evet, evet; “yazıyordu!”
Hem de, 2002 yılında, Middle East Quarterly adlı bir “Amerikan dergisi”ne!..
Çevik Bir, ABD dergisine yazdığı makalede, “postmodern darbe”nin; aslında “irtica”ya karşı değil, “İsrail’le dostluğun sürmesi” için yapıldığını “itiraf” ediyordu.
Çevik Bir’in, İsrailli stratejist Martin Sherman’la birlikte yazdığı “İstikrar için formül: Türkiye artı İsrail” başlıklı makalede; “Erbakan’ın Başbakan olmasıyla İsrail menfaatlerinin tehlikeye girdiği, bunun postmodern darbe ile bertaraf edildiği” anlatılıyor ve özetle deniliyordu ki;
“İsrail-Türk ticaret hacmi 1990’lar boyunca sürekli arttı. Bu bağlar, 1996 yılında Refah Partisi’nin iktidara gelişiyle yıprandı.
Erbakan’ın İsrail karşıtı söylemi, geleneksel Yahudi karşıtı motifler ve efsaneler ile dolu idi. Erbakan için, İsrail bir ‘ebedi düşman’ ve ‘Arap ve İslam dünyasının kalbinde bir kanser.’
Necmettin Erbakan, İsrail’le anlaşmaları dondurma sözü verdi. Laik Cumhuriyet’in mirasını korumakla yükümlü olan ordu, Erbakan’a açıkça şu mesajı verdi:
2Koltuklarımızda öylece oturup, ülkenin yüzünü İslama dönmesini, İsrail-Türk askerî ilişkilerinin tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz.”
Yazı, özetle böyleydi...
Demek oluyor ki;
28 Şubat darbesi, “Türkiye’nin menfaatleri” için değil, “İsrail’in menfaatleri” için yapılmıştır!..
AĞLAMA DUVARI’NDA İŞİNİZ NE?
Buyrun, “Hayır” deyin Bay Karadayı... “Hayır” deyin de, bir soru daha sorayım.
Merhum Erbakan’ı “dini siyasete alet etmekle” suçlayan siz; 27 Şubat 1997’de Netanyahu ve Ammon ile görüştükten sonra “nereye” gittiniz?..
“Ağlama Duvarı”na gittiniz değil mi?.. Peki; “Yahudiler”in, duvarına el sürüp dualar ettiği o mekânda sizin ne işiniz vardı?.. Madem; “din ayrı, devlet ayrı” diye düşünen bir “laik”tiniz, o halde, o “dini mekân”a niye gittiniz?..
Gidip de, neyi “istismar” ettiniz?..
“Dini” mi, “devleti” mi?..
Haa, bir ayrıntı daha...
Bırakın “Ağlama Duvarı’na el sürmeyi” duvarın bulunduğu “avlu”ya girmek için bile “kippa” veya “şapka” takmanın “şart” olduğu söylenince, “kippalı fotoğraf” vermemek için, mekânın uzağında kalmıştınız değil mi?..
Eğer “kippa” şart olmasaydı, “Ağlama Duvarı”nı da ziyaret edecektiniz?..
Eee, nerede kaldı laiklik?..
Hani din ayrı, devlet ayrıydı?..
Ne biçim laiklik bu?!?..
MEŞHUR RAKI-ŞARAP OLAYI!
Dün, yine demişsiniz ki;
“Başbakan’ın lüks araçlarla takkeli, sarıklı, şalvarlı tarikat mensuplarına verdiği iftar yemeği, Erbakan’ın ülkemizin itibarını düşüren yurt dışı gezileri, cihat çağrıları, toplu namaz gösterileri, Sincan’daki şeriat gösterisi toplumda huzursuzluk yaratan hareketlerin bir kısmıdır.”
Demek oluyor ki;
“Tarikat mensupları”(!)na verilen iftar yemeği, “Türkiye’nin itibarını düşürüyor” öyle mi?..
Merhum Erbakan’ın, “Türkiye’nin tarikat mensupları”(!) ile görüşmesi “ülkenin itibarı”nı düşürüyor da, sizin “İsrail’in şeriat mensupları” ile görüşmeniz, ülkenin itibarını mı yükseltti?..
“Yemek” dedin de, aklıma geldi...
1996 Ağustos Şûrası bitmiş... Erbakan, Başbakanlık Konutu’nda Şûra üyesi komutanlara yemek veriyor...
Aynı yemekte; “içki servisi” yapılmadığı için dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’nın “rakı” istediğini, Karadayı’nın da “şarap” istediğini ve Erbakan’a göstere göstere içtiklerini zaten biliyoruz.
Sonradan öğrendiğimiz şu ki; o gece eve dönünce, Org. Karadayı, Güven Erkaya’yı telefonla aramış ve şöyle demiş:
“Aferin Güven... Rakı istemekle çok iyi ettin!.. Ben de şarap isteyip, içtim!”
Peki, sormak gerekmez mi;
Bu, bir “haddini bilmezlik” değil mi?..
Bu, bir “küstahlık” değil mi?.
Şu hâle bakın;
Başbakan “yemek” veriyor ve o yemekte “portakal suyu” ikram ediliyor... Ama beyler “laik”ler ya, illâ “içki” içecekler!.. Dikkat edin, Erbakan “ev sahibi”dir, komutanlar ise birer “misafir!”
Malûm, misafirler; “umduklarını değil, bulduklarını yer/içer”ler... Ama komutanlar, “rakı” sipariş ediyor, “şarap” sipariş ediyor ve medyaya göstere göstere içiyorlar...
Nedir bu tavrın anlamı;
“Başbakan’ı takmıyoruz!”
Ya da; “Ev sahibini takmıyoruz!”
Bir “komutan”ın, bağlı bulunduğu Başbakan’ı takmaması, “haddini aşmak ve küstahlaşmak” değil midir?..
SANIK, AYAĞA KALK!
Neymiş, Erbakan daha önce, “tarikatçılara(!) iftar yemeği” vermiş... Ondan gıcık kapmışlar.. Peki sizin yaptığınız gıcıklığa ne demeli?..
Ne yani;
O masada “rakı” ve “şarap” içmekle laikliği mi kurtardınız?.. “İrticacı”(!)lara yemek verilince laiklik elden gidiyor da, rakı ve şarap içince geri mi geliyor?..
“İrticacılara(!) yemek” vermek “din istismarı” oluyor da, “rakı ve şarap” içmek “laiklik istismarı” olmuyor mu?..
Uzun lâfın kısası;
İsrail’e ben mi gittim,
Şarabı ben mi içtim?..
“27 Mayıs’ta vardım!.. 12 Eylül’de vardım!.. 28 Şubat’ta parti kapattık yav!” deyip, suçlarını “itiraf” eden ben miyim?..
Diyeceğim son söz;
“Sanık ayağa kalk!”
Ve de, cevap ver;
Darbeyi “kimin için” yaptın?..
Söyle, “İsrail için” değil mi?..
*******************************************************
Güneydoğu’da belediye yok ki, alârma geçsin!
BDP Şırnak Milletvekili Hasip Kaplan İstanbul’a ve Ankara’ya 5 santimetre kar yağınca kriz merkezlerinin alârma geçtiğini, ancak Doğu ve Güneydoğu’ya son 50 yılın en yoğun karı yağdığı halde bir şey yapılmadığını iddia etmiş ve demiş ki; “50 yıl önce kar yağdığında helikopterlerden insanlara gıdalar, hayvanlara arpalar atılmıştı.. İnsanlar şimdi soruyor: 50 yılda biz geriledik mi?”
Evet, geriledik... Batı’da değilse bile Güneydoğu’da maalesef geriledik... İki sebeple geriledik... Birincisi; PKK, devlete ait “hizmet araçları”nı yaktığından, bölgeye hizmet götürülemediği için... İkincisi; “Güneydoğu belediyelerinin BDP’nin elinde olması” dolayısıyla!.. Adamlar, şehirlerine hizmet etmiyor ki!.. Ne kar temizliyorlar, ne çamur... Her tarafı ..k götürüyor!..
Ankara ve İstanbul’a gelince... Evet, kriz merkezleri alârma geçti... Ama o alârma geçenler, “belediyelerin kuruluşları”dır...
Güneydoğu’da belediye yok ki; kuruluşu olsun da, alârma geçsin!..

http://www.habervaktim.com/yazar/62675/28-subat-davasi-aglama-duvari-ve-sarapla-gelen-darbe.html 

O Unvan Ortalığı Karıştırdı!

Boğaziçi Üniversitesi önümüzdeki hafta Fener Rum Patriği Bartholomeos'a fahri doktora unvanı verilecek davetiyede kullanılan unvan ortalığı karıştırdı.
O Unvan Ortalığı Karıştırdı!
13 Aralık 2013 
Bartholomeos'a Türkiye'de verilecek bu ilk fahri doktora töreni için hazırlanan davetiyelerde, Patrik'ten "ekümenik" ifadesiyle bahsedildi.
AB Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Haluk Ilıcak ise, Patrik Bartholomeos'tan "ekümenik" olarak bahsedilmesini eleştirdi.
"RUSLAR BİLE EKÜMENİK KABUL ETMEDİ..."
Ilıcak, twitter hesabından yaptığı açıklamada dünyadaki en geniş Ortodoks nüfusuna sahip olan Rusya'nın bile Patrik Bartholomeos"un "ekümenik" sıfatını kabul etmediğini belirterek, şöyle yazdı;
"Dünyadaki en geniş Ortodoks toplumuna sahip Moskova Patriği/Patrikliği Bartholomeos'un ekümenik sıfatını henüz kabul etmemiştir. Moskova Patriğine Fener'in ekümenik olduğunu "kabul ettirecek" bu ön alıştan dolayı Boğaziçi Üniversitesini tebrik ediyorum."
TÜRKİYE "EKÜMENİK" SIFATINI TANIMIYOR
Patrik Bartholomeos için pek çok ülke "ekümenik"- (evrensel) sıfatını kullanırken, Türkiye bu sıfatı tanımıyor.
Türkiye'nin Patrik'in "ekümenik" sıfatına karşı çıkma nedeni ise, bu sıfatın Bartholomeos'u Türkiye'deki bir azınlık grubunun lideri konumundan çıkarıp, "evrensel dini lider" haline getirmesi.
Fener Patriği'nin 6. yüzyıldan gelen "ekümenik" sıfatı, "eşitler arasında ilk" olarak yorumlanıyor ve Ortodoks Hristiyanların uluslararası toplantılarında Fener Patriği'ne toplantıya başkanlık etme imkanı tanıyor.
TÜRKİYE'DE İLK FAHRİ DOKTORA
Hürriyet'in haberine göre, Patrik Bartholomeos'a fahri doktor unvanı, Çevre Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü'nün önerisi ile 'Dünyada ekolojik denge ve biyolojik çeşitliliğin korunması, endüstriyel kirlilik, temiz içme suyu kaynaklarının geniş kitlelere temini ve küresel iklim değişikliği gibi çeşitli çevre konularında öncülük yaptığı girişimler, geniş kitlelere yönelik olarak düzenlediği faaliyetler ile küresel ölçekte etkili olan farklılık yaratan mesajları nedeniyle' verildi.
Daha önce dünyanın çeşitli üniversitelerinden 20'ye yakın fahri doktora unvanına layık görülen Patrik Bartholomeos'a, ilk kez Türkiye'deki bir üniversite de bu unvanı verecek. Tören 19 Aralık'ta gerçekleşecek.
Törene ilişkin Rektör Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu'nun imzasını taşıyan davetiyede şu ifade yer alıyor;
"Ekümenik Patrik Bartholomeos I için düzenlenen fahri doktora unvanı takdim törenine katılımızı saygılarımla rica ederim"

Fethullah Hoca'nın kurtardığı 'yüksek zat'

Fethullah Gülen'in telefon açarak kadın tuzağından kurtardığı üst düzey kişi kim?
Oral ÇALIŞLAR
Radikal GAZETSİ
13.12.2013
 Fethullah Hoca, ‘büyük zat’ diye tanımladığı bir siyasetçiyi yatakta basılmaktan kurtardığını bir video açıklamasıyla gündeme getirdi. Hoca, öykünün sonunda bir başka iddiada daha bulunarak, buna benzer on hadise daha sayabileceğini söyledi... Hoca, bunları bugüne kadar gizli tuttuğunu ve de elinde olayın delillerinin, olayın yaşayan tanıklarının bulunduğunu belirtiyor. O hızla ünlenen ancak sonra üzerinde kimsenin pek tartışmak istemediği konuşmanın bir bölümü şöyle:

“Bir büyük zat, bir dönemde... Bana seneler evvel bir telefon geldi. Dediler ki nefsine uyarak bir yerde bir tane alüfte (hayat kadını) ile buluşmaya gidiyor ve aynı zamanda birilerinin de komplosu da söz konusu olabilir. Gece yarısı Türkiye’de onu tanıyan bir arkadaşa telefon ettim. Kalk dedim, evine koş git, oraya gitmesin katiyen, hem kendisi o masiyete girmesin hem de hafazanallah bir komplo meselesi ise şayet günümüzde geldiği noktaya gelemezdi, gelemez dedim. Ve o mevzudaki telefon sabit. Kendisine ricada bulunduğum o zat da hayatta, ama ben bugüne kadar o meseleyi kimseye açmadım. Bize düşen şey odur, ayıbını yüzüne vurmama. Ama belki de öyle birisi, benim öyle bir ayıbını bildiğimden dolayı şimdilerde homurdanıyorsa şayet, keşke benim ayıbımı bilen bu insan nalları dikse gitse de ayıbımı bilen kimse olmasa... Mümin olarak bizim karakterimiz buydu, bu mevzuda belki on tane hadise sayabilirim.”

Akla gelmesi kaçınılmaz olan bazı sorular ve bazı gözlemler...

1- “Ben bugüne kadar o meseleyi kimseye açmadım” diyen Fethullah Hoca, o ‘büyük zat’a bir şeyleri hatırlatmış ve bir anlamda ona bir mesaj göndermiş olmuyor mu? Bu sözlerden “Elimde belgeler var, ona göre” diyenler, bu sonucu çıkaranlar kaçınılmaz şekilde olacaktır.
2- Amerika’da yaşayan bir din adamına, ‘bir büyük zat’ın bir kadınla buluşmaya gitmesi haberini gece yarısı kim veriyor, vermek gereğini duyuyor? Bu ‘haberleşme’, anlatılan buluşmadan çok daha ilginç değil mi?

3 Hoca, “Bu mevzuda belki on tane hadise sayabilirim” derken neyi ima ediyor?

4 Tabii, konuşmaları yorumlayanlar, işi daha da genişletiyor, Deniz Baykal’ın ve MHP’li milletvekillerinin siyaset dışına itilmesine neden olan kasetleri gündeme getirerek imalarda bulunuyorlar. “Hoca keşke Deniz Bay-kal’ı da kurtarsaydı” yazıları yazılıyor.

5 Kaset tartışmalarının sosyal medyada tavan yaptığı günlerde, ‘hükümet-cemaat gerilimi’nin tırmandığı koşullarda, Fethullah Hoca’nın bu öyküleri anlatmasının, ‘AK Parti’nin üst düzey yönetimine mesaj’ olarak algılanması kaçınılmaz değil mi?

6 Fethullah Hoca’nın açıklamalarını kendi sesinden dinlerken insan üzülüyor. İki taraf arasındaki gerginlik, bizim beklediğimizden daha sert,
çatışmalı, garip, hatta akıl ötesi boyutlara geçiyor sanki... Herkesin elindekini masaya koyduğu ve oyunun kuralsızlaştığı, hatta alıştığımız mantık normlarının terk edildiği bir zemindeyiz.

Cem Küçük’ün senaryoları
Yeni Şafak yazarı Cem Küçük, son günlerde, polis ve yargı içindeki bir ‘cemaat cuntası’ndan söz ediyor ve bu cuntanın Başbakan Erdoğan’ı devirip tutuklamaya niyetli olduğunu iddia ediyor. Hükümete yakın bir gazetede, her geçen gün yeni isimler ve ‘senaryo’larla karşılaşıyoruz.

‘İddiaların nasıl bir temele dayandığı’ tartışmasını bir yana bırakarak söylüyorum: Bu iddiaların küçük bir kısmının doğru olması bile, ‘hükümet-cemaat çatışması’nın, hesap ettiğimizden çok daha hızlı bir şekilde, çığırından çıkmaya doğru ilerlediği anlamına gelir.
Nedir peki bunca sert kavganın arkaplanı?

Artık yavaş yavaş Cumhurbaşkanlığı seçiminin ve AK Parti’nin muhtemel yeni lider kadrolarının belirleneceği günlere yaklaşıyoruz.
Başbakan kim olacak, AK Parti’nin başına kim geçecek, yeni bakanlar kurulu nasıl şekillenecek? Bunlar belli değil... Kavganın asıl nedenini buralarda arayanların sayısı, doğal olarak, artıyor.

Türkiye’nin geleceğinin belirleneceği döneme girerken, düzeyin daha yükseklerde olmasını diliyoruz... Çatışma yerine, çözüme ve uzlaşmaya odaklı bir siyasi mücadele, ülkemizin iç huzuruna yara

http://www.radikal.com.tr/yazarlar/oral_calislar/fethullah_hocanin_kurtardigi_yuksek_zat-1165968
Savcı Öz bakın neler istemiş?
31 Aralık 2013Seçim ayarlı operasyonun mimarı Başsavcıvekili Zekeriya Öz’ün defalarca Fatih Belediyesi’ne tehditler savurduğu öğrenildi.
 Savcı Öz bakın neler istemiş?
Seçim ayarlı operasyonda gözaltına alınıp serbest bırakılan Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in İstanbul Başsavcıvekili Zekeriya Öz tarafından defalarca ziyaret edildiği öğrenildi. Başbakan Erdoğan’ın İzmir’de Fatih Belediyesi için “Bir savcı iş takip ediyor. Belediyeye geliyor, bir talepte bulunuyor. Olmayınca bu adımı atıyor” sözleriyle anlattığı olayın kahramanının İstanbul Başsavcıvekili Öz olduğu ortaya çıktı. Başsavcıvekili Öz, Fatih Belediye Başkanı Demir ile defalarca görüşerek, İstanbul’un en değerli turizm bölgelerinden Laleli’de bulunan Rese Turizm’e ait Victory Hotel için ricacı oldu. Bir çok kez belediyeye gelen Öz’ün zaman zaman da belediye görevlilerine tehditvari ifadelerle baskı yaptığı ancak bir sonuç alamadığı öğrenildi. Hatta Başkan Demir’in baskısını artıran Savcı Öz ile görüşmeyi kabul etmediği de bildirildi.
STAR belgelere ulaştı
Başkan Demir’i operasyona dahil eden kaçak tadilata ilişkin yazışmalara ise, STAR ulaştı. Belgelerde; Fatih Belediyesi’nin en başından itibaren imar ve belediyecilik kanunlarına uygun olarak işlemler gerçekleştirdiği açıkça görülüyor. Fatih Ordu Caddesi’nde bulunan Rese Turizm, 3 kat bodrum, 3 normal kat ve 1 çekme katın olduğu binaya için 30 Kasım 2006’da basit bakım onarım için izin aldı. Fakat tadilat 6 yıl boyunca yapılmadı. 2012 yılında, şirket cephe tamiratı iznini kullandı. 7 Mayıs 2012’de komşu bina Beyaz Saray İnşaat, Fatih Belediyesi’ne yapılan tadilat sonucunda imar durumuna göre bina girişinin 4 metre geriye çekilmemesinden ötürü kendi binalarına girişin engellendiği gerekçesiyle şikayet etti. Firma ayrıca İstanbul Valiliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Anıtlar Kurulu ve Alan Yönetimi Başkanlığı’na da tadilatı yapan Rese Turizm hakkında şikayette bulundu.
Kaçaklar tespit edildi
Fatih Belediyesi ve ilgili kurumlar tarafından şikayete konu olan Victory Hotel’de yapılan inceleme sonucunda¸ binada kaçak yapılaşma tespit edildi. Fatih Belediyesi’nin tutanağında kaçak yapı, “Zemin katı önündeki kendi parselinde kalan takribi 50 metrekare yaya geçidinin (porik boşluğu) zemin kat dükkan alanına katıldığı, evvelce iblağ edilmiş olan çekme katın üzerine takribi 250 metrekarelik yeni bir çekme katın yapıldığı, 1. Bodrum ve zemin katların ön kısımlarının dükkan, kalan tüm binanın konaklama amaçlı otel ya da pansiyon olacak şekilde tadilata uğradığı tespit edilmiş olup, yapı işgalli olduğundan mühür altına alınamamıştır” denildi.
Para cezası da verildi
Fatih Belediyesi, yine şikayete konu yerle ilgili olarak aldığı 08.01.2013 tarihli Encümen kararında “Ruhsatsız olarak eklenen alan 300 metrekaredir, çalışma yapılan alan 3 bin 50 metrekaredir Yapının rapor gereği eski haline getirilmesine ve 306 bin 488 TL de para cezasına oy birliği” ile karar verdi. Ayrıca davanın görüldüğü İstanbul 18. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin talep ettiği tüm evrakları da mahkemeye ulaştırdı. Bu gelişmeler yaşanırken Başsavcıvekili Öz, Fatih Belediye Başkanı Demir’i ziyaret ederek Victory Hotel’in tadilatı nedeniyle cezai işlem yapılmamasını istedi. Ancak Demir, tüm belediye işlemlerini Öz’ün talebinin aksine yasaya uygun şekilde yaptı. Fatih Belediyesi, kaçak inşaat konusunda Victory Hotel’e uyarı, para cezası, yıkım için işlem başlatırken, arsası tecavüze uğradığı için Turgut Yılmaz’ın sahip olduğu Beyaz Saray İnşaat Turizm Pazarlama ve Tic. A.Ş de Victory Hotel sahiplerine dava açtı. Başkan Demir, Zekeriya Öz’ün talebini yerine getirmeyince de seçim ayarlı operasyonda gözaltına alındı.
Koca pasajı kapattılar
Victory Hotel’den davacı olan Beyaz Saray A.Ş’nin avukatı Fikret Avcı da, hem Fatih Belediyesi hem İstanbul Valiliği’ne yolladığı şikayet dilekçelerinde mağduriyetlerini “Yapılan tüm tadilat ve inşaat hem Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na hem de İmar Kanunu’na aykırır. Pasaj kapatılsa müvekkile ait binanın yolunu kapatmakta ve yaya trafiğini engellemektedir” dedi.
Rumeli Cafe için de ricacı olmuş
Zekeriya Öz’ün Fatih Belediyesi’nden ricacı olduğu bir başka yerin ise Kennedy Caddesi Samatya’daki büfe ve WC olarak kullanılan bin metrekarelik alan olduğu öğrenildi. Öz’ün bu kamu alanını kapatan Rumeli Cafe için de işlem yapılmamasını rica ettiği bildirildi. Ancak bu konuda da talebi karşılanmadı.
CEZASI 5 YILA KADAR HAPİS
Türk Ceza Kanunu, görevini kötüye kullanan kamu görevlileri hakkında 1 yıldan 5 yıla kadar hapis öngörüyor. TCK’da görevi kötüye kullanmayla ilgili 255 ve 257’inci maddelerde şöyle deniyor:
-Madde 255 - (1) Görevine girmeyen ve yetkili olmadığı bir işi yapabileceği veya yaptırabileceği kanaatini uyandırarak yarar sağlayan kamu görevlisi, bir yıldan beş yıla kadar hapis ve adlî para cezası ile cezalandırılır.
-Madde 257 - (1) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir kazanç sağlayan kamu görevlisi, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
-(2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan hâller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir kazanç sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
-(3) İrtikâp suçunu oluşturmadığı takdirde, görevinin gereklerine uygun davranması için veya bu nedenle kişilerden kendisine veya bir başkasına çıkar sağlayan kamu görevlisi, birinci fıkra hükmüne göre cezalandırılır.

http://www.haber10.com/haber/463657/#.UvFabfti0tB
Operasyonda Ali Ağaoğlu’nun yeri neresi?
23 Aralık 2013
Arap ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri Gayrimenkul Yatırımcıları Derneği Başkanı Abdullah Çiftçi, yolsuzluk iddialarıyla başlayan operasyonu değerlendirerek, Ali Ağaoğlu'nu operasyonun neresinde tuttuğunu yazdı.
Operasyonda Ali Ağaoğlu’nun yeri neresi?


İşte Çiftçi'nin yazısı;
Türkiye, 17 Aralık 2013’te bankacılık ve İnşaat sektörüne yapılan sözde bir yolsuzluk operasyonu ile sarsıldı. Operasyon, bankacılık için “kara para”, İnşaat sektörü için ise “İmar yolsuzluğu” adı altında duyuruldu. Bu operasyon gerçekte “adalet kaygısı” ile mi yapıldı yoksa Türkiye uluslararası bir finans ve emlak operasyonuna mı maruz kaldı?
Kanaatimce, bu operasyon bir yolsuzluk operasyonundan öte, uluslar arası bir finans ve emlak operasyonudur. Operasyonun ana amacının, operasyonu düzenleyen adli memurlar için elbette adalet kaygısıdır. Görevi gereğidir. Ama, perde arkasında oyunu kurgulayanların “adalet” kaygısı olmadığını peşinen söyleyebilirim.
Bu operasyon bizim için sürpriz olmadı. Böyle bir operasyonun yapılacağını bekliyorduk. Üstelik, seçime kalan zamanı düşünerek tahminen yılbaşından önce yapılacağını da konuşuyorduk. Sıradan bir vatandaş olarak biz bunu beklerken, Başbakana operasyon istihbaratının gitmemesi biraz düşündürücü!...
Bu operasyonu, Türkiye’nin siyasal dengelerini görebilen, global ağaların oyunlarını bilen, bu ülkedeki “akıl ve feraset” sahibi herkesin beklediğini düşünüyorum. Yıllardır bu ülkede insanların özel yaşamları, attığı adımlar resmedilip fişlendi ve zamanı geldiğinde kullanılmak üzere dosyalandı. Ama bunun nasıl yapıldığı konusunda bir araştırma da yapılıp vatandaşın önüne konmadı. Bilgi Çağının kurgulanma amacını bilmeyen, teknolojik altyapısını bilmeyen, toplumu etkileme, bireyi yönlendirme gücünü keşfetmeyen yöneticiler, kendilerine ve ülkelerine yapılan operasyonlardan ancak polis kapıya dayandığında haberi olur…
Devletin parasını çalanlar, yolsuzluk, hırsızlık yapanlar “yetim malına” el uzatanlara bu toplum hoş bakmaz… Öbür dünyaya da “kul hakkı” ile gitmiş olurlar… Bu nedenle, devletin malını çalanların enselenmesi daima alkışlanır… Alkışlamalıyız da… Ama devletin malını çaldırmama adına hareket edenler farkında olmadan devleti soydurmaya hizmet edip, ülkenin milli menfaatlerine zarar veriyorsa ortada daha büyük bir vehamet vardır… Bir gemide hırsızı yakalamak için roket atarla saldırı yapılmaz… Veya bankada para çalan bir memuru yakalamak için bankaya dalanlar, bankanın soyulmasına vesile oluyorlarsa, kaş yapayım derken göz çıkartmış olurlar…
17.Aralık 2012 tarihinde Emlakkulisi için yaptığım “Kentsel Dönüşümün Siyasal Riski: Başbakan” isimli değerlendirmemde “ İmar yasası olmasına rağmen kentlerde kaçak katlar, kaçak yapılar yapılıyorsa Başbakanın bürokratlarının vizyonunun ne kadar Başbakanın vizyonuna uygun olduğu tartışılır... Kentsel dönüşüm projesi Başbakanın projesidir. Bu nedenle projede görev alacak kamu bürokratlarını, yerel belediyeleri ve müteahhitleri de takip edip, denetlemek Başbakana düşer… Yıkılan mahallelerin yerine nasıl bir yapılaşma yapılacağı peşinen belirlenmez ise kentsel dönüşüm, İstanbul’u rahatlatmak bir yana sosyal bir kaosa götürebilir…” demiştim.
Bilgi Çağı’nda büyük biraderin teknolojik gözleri, olup biten her şeyi kaydediyor. Büyük birader, kaydettiği görüntüleri, bilgi ve belgeleri istediği zaman, istediği şekilde ekleme, çıkarma yaparak savcının önüne koyar. Savcıların da önüne gelen ihbar dosyasını takip etmiyorum deme hakkı yoktur…
Bu operasyonda sayın Ali Ağaoğlu’nun yerini anlamak için son bir yılda emlakkulisi.com da yaptığım değerlendirmelerden bazılarını yeniden okuyalım:
28 Ocak 2013 - Dünya’da siyasal ve ekonomik dengeler değişirken, Türkiye yabancıya konut satışını ciddiye almalı. Konut satışına “salt konut satmak” olarak bakılmamalı. Yabancıya konut satışı Türkiye’nin 21. YY’da ki ekonomik ve siyasal gücünün belirlenmesinde çok önemli stratejik bir iştir.
30 Mart 2013 - Avrupa’nın son iki yüz yıllık tarihi sömürge ile dolu… Askeri ve siyasal başarılarını, Afrika ve Asya’nın zenginliklerini sömürerek elde ettiler. Ülkelerdeki hammadde, petrol ve insan gücünü herhangi bir ahlaki temelden yoksun, herhangi bir yasadan yoksun istedikleri gibi kullandılar. Aynı zihniyetle, şimdi de Güney Kıbrıs’taki Rus paralarına da el koymak niyetindeler… Rusya, güçlü bir devlet. Parasını ne Almanlara ne de ABD’ye yedirmez… Avrupa ülkeleri kazanmadan yemeye alışık devletler. Son iki yüz yıllık tarihlerinde bu görülüyor. Son yüz yılda Arapların petrol gelirleri, yüz milyarlarca dolar gelir, Avrupa ve ABD bankalarına aktı. Arapların arkalarında Rusya gibi güçlü bir devlet yok. Terörü finanse eden para adı altında Batı, Arap paralarına el koymaya hazırlanıyor… Avrupa’daki ekonomik kriz derinleştikçe, ülkelerindeki yabancı paralara el koyma operasyonlarını daha belirgin bir şekilde göreceğiz. Bu süreçte Türkiye’nin durduğu konum ve stratejileri Araplar için çok önemlidir.
5 Nisan 2013 - Dünyada yeni bir para sistemi kurulurken, paranın kontrol mekanizmaları şekil değiştirirken, halkın önüne “ kara paraları açıklıyoruz gibi bir masal” anlatılıyor. Dijital devrim, dünya insanını özgürleştiren aynı zamanda şuur düzeyini yükselten bir rol üstlendi. Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ)’nun açıkladığı belgeler, sistemde bağımsız çalanların tasfiye edilme operasyonudur. Türkiye’den de birileri bu ağa takılabilir, ifşa edilebilir. Wikileaks operasyonu ile dünya devletlerinin yöneticilerine “biz sizi izliyoruz” mesajı verilirken “ Offshore hesap operasyonu” ile de paralarınıza el koyabiliriz mesajı veriliyor…
8 Nisan 2013- “Sıkça yeni bir dünya düzeni kurulduğundan bahsediyorum. Bu düzende Türkiye’nin rolü önemli ve kilit ülke konumundadır. Hem BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) için hem de Avrupa ve ABD için vazgeçilmez bir konumdadır. BRICS ülkeleri, Güney Afrika’nın Durban şehrinde toplanarak, IMF ve Dünya bankasına rakip yeni bir banka kurmaya karar veriyorlar. Bu banka ile gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine destek verecekler. Ayrıca Çin ve Rusya ticaretlerinde dolar kullanmama eğilimindeler. Bunun için şimdilik ticaretlerinin yarsını dolar bölgesinden çıkarmak için karar alıyorlar. BRICS ülkeleri ile Avrupa ve ABD arasında olan hesaplaşmaların şiddeti giderek artacak. Dünyanın mevcut siyasal ve ekonomik düzenini yönetenler ile artık bizde varız diyen ülkeler arasında derin bir ekonomik savaş var.”
10 Kasım2012 - “Şeyh Maktum, petrolün olmadığı Duba’yi cazibe merkezi olması için turizm, ticaret ve emlak şehri yapmaya karar veriyor. Bunun için dünya finans çevrelerinden borç alıyor.. Dubai, Palmiye Adası, Burj el Arab Oteli ve dünyanın en uzun binası 800 metrelik Burj Dubai kulesi gibi iddialı projelerle meşhur oluyor. Brad Pit gibi holywood yıldızları, David Beckham gibi futbol yıldızlarının da “sembolik” olarak konut aldığı Dubai’de konut projeleri 2008 yılına kadar inşaat başlamadan satılıyor ve %80 oranında prim yapıyor. Global krizle 2009-2010 yılında ise Dubai konut sektörü ciddi zarar görüyor... Global krizle ofis fiyatları yüzde 58, rezidans fiyatları yüzde 43 düşüyor ve tamamlanmış ofislerin yüzde yaklaşık %50’si boşalıyor… Çin’den sonra en fazla nakit fonlara sahip Birleşik Arap Emirlikleri’nin bir Emirliği olan Dubai borçlarını ödeyemez hale geliyor…”
2009 krizinde Dubai’nin başına bela olan ekonomik/emlak krizinin nedeni İran ile yaptığı bankacılık operasyonları idi!…Dubai, finans ve emlak sektörü üzerine iddia sahibi iken bir operasyonla krize girmişti…Global finans ağaları, Dubai’yi finans ve emlak krizi ile cezalandırdılar…
Emlakkulisi için değişik tarihlerde yaptığım değerlendirmelerde de göreceğimiz gibi gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında derin bir ekonomik savaş var. 17 Aralık 2013 tarihinde yapılan operasyon Türkiye’nin İran’dan altın karşılığı doğal gaz alarak ABD’nin İran Ambargosuna kafa tutmasıdır. Türkiye’nin bağımsız olarak kendi bankacılık sistemi ile Asya ve Afrika’da operasyon yapabilecek konuma gelmesidir. Türkiye’nin Halk Bankası’nın İngiliz HSCB Bankası gibi uluslar arası oyuncu olma potansiyeline sahip olmasıdır.
İstanbul bir finans şehri olacaksa, Afro-Avrasya Coğrafyasının her ülkesinde, önemli her şehrinde mutlaka bir Türk Bankasının faaliyet göstermesi gerekir. Katar’dan, Kazakistan’dan, Sudan’da bir işadamı Aynen ABD ve Avrupa Borsalarında oynayabildiği gibi Türk borsasında da oynayabilmeli. Türkiye’nin kuracağı bir Mal ve Emtia borsasında işlem yapabilmeli…
Sayın Ali Ağaoğlu’nun 17 Aralık 2013 Finans ve Kara Para operasyonu içerisinde, imar dosyası ile yer almasının nedeni Emlak Sektörü ile özdeşleşmesidir. Aynı zamanda, Ağaoğlu üzerinden Başbakana uzanma girişimidir…
Sayın Ali Ağaoğlu’nu şahsen tanımam. Türkiye’de nasıl iş yaptığını basından herkes gibi izliyorum. Türkiye’deki işleri ve ilişkileri ile ilgilemiyorum. İlgilendiğim taraf, Ali Ağaoğlu’nun üstlendiği yeni misyonu. Ağaoğlu, Grubu, mütekabiliyetin Türkiye’ye sunduğu fırsatları bize en iyi gösteren/öğreten gruptur.
Ali Ağaoğlu İstanbul’da Finans Merkezini inşa ediyor.. Uluslararası gayrimenkul fuarlarında davul zurna eşliğinde yatırımcıları Türkiye’ye davet ediyor. Ali Ağaoğlu basında çıkan haberlere göre 2013 yılında 800 milyon dolarlık satış yapıyor. Bu durumda, Ağaoğlu Grubu, Türkiye’nin 15. Büyük döviz getirici şirketidir. Türkiye’nin 14. İhracatçı şirketi Bosch San. ve Tic. A.Ş’dir ve 2012 yılı ihracatı ise 854 milyon dolardır. Demirçelik, Otomotiv gibi sektörlerde genelde yapılan ihracatın %50 den fazlası ithalata dayalıdır. Bu nedenle Katma değer açısından bakıldığında Ağaoğlu Grubu Türkiye’nin 6. Büyük döviz getirici şirketidir. Ağaoğlu 2014 yılı sonuna kadar 2 milyar dolarlık satış yapacağız diyor. Katma değer açısından bakılırsa Ağaoğlu Grubu 2014 yılı sonu itibarı ile Türkiye Petrol Rafinerileri A. Ş.’den sonra 2. Döviz getirici şirket olacaktır. Ve Ali Ağaoğlu yurtdışı çalışmalarına devam ederse birkaç yılda Türkiye’nin en fazla döviz getirici şirketi olarak 1. Sıraya oturacaktır.
Bu açıdan bakılırsa, devlet tarafından takdir edilmesi gereken Ali Ağaoğlu’na haftalık adli kontrol getiriliyor!... Sen fazla oldun Ağaoğlu deniyor sanki…
Türkiye’de, İnşaat sektörü, ciro olarak en büyük sektördür, yaklaşık 200 alt sektörle iş yapıyor ve 2 milyondan fazla kişiye istihdam sağlıyor. Sektörde ciddi bir stok problemi de var. Kentsel dönüşümle yeni konutlarda satışa sunulacak. Sektör, 2014 yılında stokları eritmek için yabancı alıcı peşinde. Ağaoğlu Türk konut piyasası ile neredeyse özdeşleşmiştir. Türkiye’de, 20 müteahhit gözaltına alınsa da bundan yabancı alıcıların haberi olmaz. Ama Ali Ağaoğlu, imar nedeniyle de olsa bir kara para operasyonu ile birlikte gözaltına alınırsa bundan yabancı alıcıların haberi olur. Nitekim TİME dergisine de konu oldu. Sektörde balon endişelerinin olduğu böyle bir dönemde müteahhitlere yapılan operasyon bana 2008 yılında Dubai’ye yapılan operasyonu hatırlattı!...
Yolsuzluk operasyonu elbette yapılmalı. Ama, Kara Para operasyonu içerisine imar yolsuzluğu suçlamasını katmanın anlamı ne? Bu operasyona yabancı basın her zamanki gibi atladı ve yabancı bireysel yatırımcılara Türkiye’de siyasal istikrarsızlık var deniyor… Yani Türkiye’ye yatırım yapmayın deniyor. Uluslar arası marka değeri olan ve yabancı bireysel yatırımcıları Türkiye’ye çeken bir şirketin imajına hangi amaçla zarar veriliyor?
Adalet Bakanlığı Personelleri ve emniyet görevlileri sonuçta önüne konan dosyalara göre hareket edip görevini takip eder. Ama biraz da “feraset” sahibi olmaları gerekmez mi? Yolsuzluk takibi başka şekilde yapılamaz mı? Bugün basındaki haberlere göre Halk Bankasının bu operasyonla değer kaybı 1 milyar 625 milyon dolar olmuş…
21. yy paralıların göç yüzyılı olarak tanımlamıştım. Yoğun para ve göç hareketlerine sahne olacak bir yüz yıl yaşanacak. Global Finans ağalarının kontrolünde olan dünya para sistemi çatırdarken, Türkiye Afro-Avrasya coğrafyasındaki bireysel yatırımcıları çekebildiği oranda ekonomik olarak rahat edecektir. Bunun içinde öncelikle kamuda çalışan görevlilere biraz 21.yüz yılda dünyada yaşanan ekonomik ve finans operasyonları, dengeler ve yöntemler hakkında feraset ve vizyon eğitiminin verilmesi gerekir.
Saygılarımla,
Abdullah Çiftçi
www.abdullahciftci.com
 Gülen-Erdoğan ayrımı ne zaman başladı?
 Celal Kazdağlı
 30 Aralık 2013
Susurluk’ta 3 Kasım 1996’da kamyona çarpan Mercedes’in içinden nasıl bir örgüt çıktı ise...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a göre 17 Aralık 2013’te Zekeriya Öz’ün başlattığı operasyondan da benzeri bir örgüt çıkacak.
Susurluk kazasının ortaya çıkardığı örgüt Ergenekon’du. “Devlet içinde devlet” diye tanımlandı. Gizli bir örgütlenmeydi ve devleti arka planda yöneten yapının bilinen adıydı.
Ergenekon’u 12 yıl sonra mahkemeye taşıyan isim Savcı Zekeriya Öz’dü.
Düğmeye 22 Ocak 2008 günü bastı. 6 ayrı ilde 24 yere eş zamanlı operasyon gerçekleştirdi.
İktidarın ve kamuoyunun desteğini aldı.
Zekeriya Öz 17 Aralık 2013’te yine düğmeye bastı. Rüşvet ve yolsuzluk için çok sayıda kişiyi gözaltına aldırdı.
Bu defa destek gelmedi.
Daha gözaltı işlemi devam ederken teşhis kondu:
“Rüşvet ve yolsuzluk işin kılıfı... Hedef Halkbank”.
Başbakan Erdoğan “yapılan iş bir yargı faaliyeti değildir. Devlet içinde paralel bir yapı var” dedi.
Ergenekon örgütünü mahkemeye taşıyan ve yargılayan Savcı Zekeriya Öz, 5 yıl sonra devlet içinde örgüt kurmakla ve çete oluşturmakla suçlandı.
Zekeriya Öz’ün hikayesi gerçekte Cemaat’in hikayesine benziyor.
KRİTİK TARİHLER
AK Parti ile birlikte olup Ergenekon’a karşı mücadele eden Cemaat ne oldu da Hükümet ile karşı karşıya geldi ve devlet içine yerleşen bir illegal örgüte dönüştü?
Soruyu şöyle de sorabiliriz.
Gerçekten Cemaat AK Parti ile beraber miydi?
Görünüşe göre “evet”. Gerçekte “hayır”.
“Evet”in “Hayır”a dönmeye başladığı kritik tarih 17 Mayıs 2006 olsa gerek.
O gün Danıştay saldırısı neden yapıldı, amacı neydi?
Henüz bu soruların net bir cevabı kamuoyu tarafından bilinmiyor.
Ama bir kırılma noktası olduğu anlaşılıyor.
Cemaat ile AK Parti arasında bilinen en bariz kırılma 19 Ocak 2007’dir.
Hrant Dink o gün İstanbul’da öldürüldü.
Cinayetin arkasındaki sır perdesi çözülmedi.
Erhan Tuncel son açıklamaları ile Cemaat’e yakın polislerden söz etti. Nasıl “koruduklarını” ve “korunduklarını” anlattı.
Hükümet ile Cemaat arasına giren ilk belirgin çatlak Hrant Dink cinayeti gibi görünüyor.
İkinci belirgin çatlak 19 Ekim 2009’dur.
Kamuoyunun “Habur olayı” olarak bildiği PKK’lıların Kandil’den gelip teslim oldukları tarih.
Esasen o gün çözüm sürecinin ilk denemesiydi.
Bertaraf edildi.
Cemaat ile Hükümet bir kez daha karşı karşıya geldi. İcra ilk kez devlet içindeki mensuplarına daha dikkatli bakmaya başladı.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay o yüzden hedef oldu.
DÖNÜM NOKTALARI
31 Mayıs 2010 İsrail’in Mavi Marmara’ya saldırısı, Cemaat ile AK Parti’nin nerede durduklarını gösteren en önemli gelişmeydi.
Mavi Marmara sonrası Ergenekon davaları itibarsızlaştırılmaya başlandı. O sürece katkı sağlansın diye üretilen malzemeler, yapılan bilinçli hatalar bardağı taşıran damlalardı.
Ergenekon Davası’nda Zekeriya Öz’den yetkilerin alınması ifade edilmeyen ama en derin şekliyle yaşanan kriz olarak tarihe geçti.
KCK davaları, eline kelepçe bağlanan belediye başkanları fotoğrafı mesafeyi açan gelişmeydi.
Emekli Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 6 Ocak 2012’de “İnternet Andıcı” davası kapsamında “terör örgütü yöneticisi olmak” suçundan tutuklanması Cemaat açısından Hükümet’in karşısına geçişin ilk açık işaretiydi.
7 Şubat 2012’de yargı üzerinden yürütülen MİT operasyonu ise neyin göze alındığı ve hedefin kim olduğunun ilanıydı.
Çözüm süreci ve dershanelerdeki itiraz belli ki safların sıklaştırılmasıydı...
17 Aralık 2013 tarihe kalkışmanın adı olarak geçti.
celalkazdagli@gmail.com
http://www.haber10.com/makale/37552/#.UvFX__ti0tB

YAZARLAR SÜLEYMAN ÖZIŞIK

Operasyondaki kuşkular ve Ekrem Dumanlı'ya iki soru

20 Aralık Süleyman ÖZIŞIK
Türkiye'deki taraftarlık ve particilik anlayışını oldum olası sakat bulmuşumdur. Adam çıkıp, "Ben yolsuzluk yaptım ve kabul ediyorum" dese bile fayda etmez. Taraftarı, "Sen ne dediğini bilmiyorsun. Bence yapmamışsındır!" demeye devam ediyor.

Karşı taraf için de pek farklı değil durum. Dünyanın tüm mahkemeleri adamı suçsuz bulsa bile karşısındaki kişi, "Yaptı ama hakimi savcıyı satın alınca paçayı kurtardı" diyerek karalamaya devam eder.

Şöyle dönüp etrafına baktığınızda herkesin işine gelmeyen durumlarda karşısındakine duyduğu güvensizliği görürsünüz. Polis operasyonu kendisine yapmışsa kötü, karşısındakine yapmışsa kahraman. Hakim kendi tarafından birini suçlu bulmuşsa satılmış, karşı tarafı hapse göndermişse efsane!

Şu günlerde yine böyle bir durum yaşıyoruz.

Türkiye'yi sallayan yolsuzluk operasyonu toplumu yine orta yerinden ikiye böldü. Gözaltına alınan AK Partili bakanların çocukları ve hükümete yakın işadamları ve bürokratlar mı?

O zaman yüzde yüz yolsuzluk var demektir!

Bunu daha önce Ergenekon davasında da yaşamıştık. Darbe karşıtları, gözaltına alınanların kim olduğuna dahi bakmadan, "Hükümet gözaltına almışsa kesinkes darbecidir" diye ilan etmişti.

Sunulan belge ve bilgileri bile herkes kendi istediği gibi yorumluyor böyle durumlarda. Ne acıdır ki bu duruma daha çok polisin yaptığı operasyonlar sırasında çektiği bazı görüntüler de neden oluyor.

***

Bakanların çocuklarına yapılan operasyonun tüm ayrıntılarını polisin çektiği görüntüler üzerinden yorumluyoruz. Bazı belge ve görüntüler var ki, izlediğimiz an, "Tamam yolsuzluğun yapıldığı net" diyoruz. Ancak bazı belge ve görüntüler ise kafalarda soru işareti oluşturmaktan başka işe yaramıyor.

Örnek isterseniz, Muammer Güler ve oğlu Barış Güler arasında geçtiği iddia edilen telefon görüşmelerinin tapelerini okuduğumuzda, suçlu olduklarına kanaat getirebiliyoruz.

Ben şunu hep merak ediyorum.

Bu telefon görüşmelerinin yazılı tapeleri basına servis ediliyor da, neden sesli görüşme kaydı gizli tutuluyor?

Halkbank'ın Genel Müdürü'nün evindeki kamera kayıtları video şeklinde dağıtılıyorsa, bakanla oğlu arasında geçen diyaloğunda aynı şekilde basınla paylaşılması gerekiyor bence.

Basından takip ettiğim kadarıyla Barış Güler'in yatak odasında bulunan deste deste paralar ve hemen yanıbaşındaki para sayma makinesi tartışma konusu.

Kimi "Para sayma makinesini oraya polis koydu" diyor, kimi ise paraların dahi polislerce oraya götürüldüğünü iddia ediyor. Oysa polisin bu tartışmalara zemin hazırlamama görevi de var.

Nasıl mı?

Mesela operasyon yapılırken kamera kesintisiz olarak yayında olsa. Barış Güler kapıyı açtığı andan itibaren, olan biten ne varsa kayıt altına alınsa. Barış Güler polisler nezaretinde arama yapılan odalara götürülse ve o paraların gerçekten yatağın üzerinde mi, yoksa kasalarda mı olduğu belgelense....

Yok eğer para kasalardaysa, Barış Güler'in olduğu ortamda o kasalar tek tek açılsa ve "Bu paralar size mi ait? Burada bu paraların ne işi var?" diye sorulsa bugün bunları tartışır mıydık?

Bir başka tartışma konusu da Halkbank Genel Müdürü'nün evine yapılan baskın. Orada 3 tane ayakkabı kutusuna 4 buçuk milyon dolar konulduğu basına sızdı.

Uzmanlar şu aralar kafayı yiyor!

Yapılan hesaplamalar gösteriyor ki, 4 buçuk milyon dolar tam 450 deste yapıyor. Hadi müdür beyin eşi küçük ayaklıdır diyelim. Müdürün giydiği ayakkabı  50 numara olsa dahi 450 deste parayı büyük kutulara sığdırmanın mümkünatı yok!

Dediğim gibi...

Kapı açılır açılmaz kamera kayıtta olsa ve o kutulara daha ulaşılırken görüntüsü alınsa bugün bu konuyu tartışmamış olacağız.

Bir başka kafa karıştıran durum var ki, bence bu durum davanın seyrini değiştirebilecek nitelikte.

Savcılık, teknik takibin 14 ay önce başladığını açıklıyor. Dava dosyalarının 2011/..... 2012/... tarihli olması da bu durumu doğruluyor. Ancak gelin görün ki, yayınlanan fotoğrafların üzerinde 2009 yılı yazıyor. Saat 21.55'i gösteriyor ama ortalık güllük güneşlik ve fotoğraftakiler güneş gözlüğüyle dolaşıyor! Bir başka 2009 tarihli fotoğrafta 2010 yılında piyasaya sürülen bir Opel Astra otomobil görünüyor!

Diğer kuşku uyandıran fotoğrafların detaylarına girmeyeceğim. Dileyen bu linki tıklayarak okuyabilir.

***

Kamuoyuna yapılan açıklamada, "Zanlılar, dinlendiklerini anlayıp delilleri karartınca operasyonu öne aldık" deniliyor.

Kendinizi bir an yolsuzluk yapanların yerine koyun. Polisin teknik takibine yakalandığınızı hissedip, delilleri karartma yoluna gittiğinizi düşünün.

Yolsuzluğun en önemli göstergesi ne?

Para...

Yapacağınız ilk iş ortadan kaldırmak olmalıyken, o paraları ya yatağın üzerine seriyor, ya da ayakkabı kutularına yerleştirip polisin baskın yapacağı evinizde saklıyorsunuz!

Ortada tuhaf bir durum yok mu?

Yukarıda söylediğim gibi. Operasyonu sulandırmak gibi bir gaye gütmüyorum. Fikrimi soracak olursanız, kesin hüküm vermemekle birlikte bazı dosyaların içinin boş olmadığı kanaati taşıyorum. Yine fikrimi soracak olursanız, hırsızı savunan hırsız oğlu hırsızdır. Operasyonun ilk gününde söylediği tekrarlamakta yarar var. Oğlu yolsuzluktan gözaltına alınan bakanların o koltukta bir dakika durmaması gerekiyordu. Suçlu veya suçsuz farketmez. Zan bile bunu gerektirirdi.

Ancak bu yazıda tartıştığımız şey başka. Polisin yolsuzluğu net olarak belgeleme şansı olduğu halde, olayı böyle muallakta bırakmasını ve iki tarafı birbirine kırdırmasını tartışıyoruz.

14 ay süren bir teknik takibi en ince ayrıntısına kadar hesaplayarak kusursuz şekilde yürütüyorsun. İşin sonunda ise toplumun zihnini ve midesini bulandıran bir sürü açıklar veriyorsun.

Hal böyle olunca kimileri sana "Gülen'in polisi" diyor, kimileri ise hükümeti yıkmakla suçluyor.

Bunları söyletmeye gerek var mı?

EKREM DUMANLI'YA İKİ SORU

Operasyona destek veren vermeyen herkes, ilk günden beri perde arkasında Gülen Cemaati olduğunu savunuyor. Bu kanaate varanları haksız bulmuyorum.

Şöyle düşünün.

Komşunuzla kavgalı oldunuz ve camını çerçevesini indirdiniz. Hemen sonrasında birileri kapınızı bacanızı başınıza yıkacak derecede saldırdı.

İlk aklınıza gelen kim olur? Yapılan operasyonlarda cemaat parmağı aranması bu nedenle normal. Cemaate bağlı yayın organlarında yapılan yayınlar da bu düşünceyi pekiştiriyor.

Cemaatin yayın organları demişken, Zaman Gazetesi'nin başında bulunan Ekrem Dumanlı'ya cevabını merak ettiğim iki soru sorarak yazıyı sonlandırayım.

Sayın Ekrem Dumanlı

1- Çıktığı bir televizyon kanalında, "Hükümet hükümetliğini, cemaat cemaatliğini bilecek" diyen Egemen Bağış'ın cep telefonuna, "Senin alacağın olsun!" diye biten bir mesaj attınız mı?

2- Doğu Perinçek'le birlikte dönemin en kudretli paşası Çevik Bir'e Fethullah Gülen'in tüm sırlarını tek tek anlatan. Cemaati, halkı din kisvesi altında dolandırmakla suçlayan. Gülen Hocaefendi hakkında söylenebilecek en çirkin sözleri söyleyen Nurettin Veren şu anda cemaate bağlı bir kurumda görev başında mı, değil mi?

Cevap verirseniz mutlu olurum!
twitter.com/slymnoz
facebook.com/slymnoz
Bu bir 2014 ittifakıdır!
Mustafa Balbay’ın tahliyesi neyin işareti? Balbay'ın kendisi çok önemli bir figür değil, ama tahliyesi büyük oyun ve büyük fotoğrafı netleştirmemize katkı sağlıyor.
Ergenekon Terör Örgütü ‘hükümlü’sü Mustafa Balbay’ın tahliye edilmesinin salt bir hukuki düzenleme sonucu gerçekleştiğine bizi inandırmaya çalışıyorlar.
İşin bu tarafı hukukçuların işi.
Tartışıyorlar, tartışacaklar.
Elbette, 2010 referandumu sonucu Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurunun sağlanması adalet zemininde büyük bir sıçramaydı.
Balbay’ın kendisi ve partisi CHP, o anayasa değişikliğine, gerek TBMM ve gerekse halk oylaması aşamasında şiddetle karşı çıkmışlardı. Şimdi bu imkandan yararlanan kendileri oldu.
Buna tarihin garip bir cilvesi deyip geçelim.
Çok net ifade etmek gerekirse; Balbay’ın serbest bırakılması, büyük bir oyunun küçük bir parçası.
Nasıl mı?
Nasılını doğru teşhis etmek için biraz gerilere ve derinlere gidip, devlete yakından bakmak gerekiyor.
60 darbesinden sonra Türkiye’nin bürokratik oligarşisi 4 ayak üzerine dizayn edildi. Askeriye, yargı, medya ve sermaye.
İstihbarat, son yıllara kadar askeriyenin bir tür şubesi olduğu için ayrı bir ayak değildi. Siyaset ise tamamen paravan bir yapı olarak sisteme entegre edilen, varlığına görece izin verilen bir kurumdu.
Son elli yıla baktığımızda, darbeler dahil ne kadar operasyon, kanlı kansız olay, gerginlik, trajedi, ayrımcılık, hak ihlali, her seferinde toplumun çeşitli kesimlerini düşman kategorisine alıp zulme uğratma, aşağılama, hukuk çiğneme, sabotaj, provokasyon, psikolojik harp taktiği ve hatta terör olayı gerçekleşmişse hepsinde de bir şekilde bu 4 organın içinde olduğu yapının parmağının olduğu görülüyor.
Bürokratik oligarşiyi oluşturan bu üç ayak yeri geldiğinde rolünü sahneye koyuyor.
Bir gün asker, diğer olayda istihbarat, diğer olayda sermaye, bir süreçte yargı, ama yanında hep medya.
Türkiye bu günlere hep bu kumpas içinde getirildi.
Getirildi diyorum. Getirenin hangi irade olduğunu yazının sonuna doğru belirteceğim.
Bu 4 ayağın faaliyetlerinin rafine edilmiş şekilde üst şemsiyesi, bir tür orkestra şefliği ise hep “köşk” olmuştur.
Yanlış anlaşılmasın kastedilen bu kurumların bizzat kendisi değil. O kurumların yetkilerini kullanan aktörlerin şimdiye kadar izledikleri yöntem ve taktikleri ve gördükleri işlev söz konusu olan. Ve bu kurumlar içinde yetkili konumlara gelmiş kişiler.
Bu yapının değişimine yönelik yer yer siyaset kanadından atraksiyonlar olsa da kontrol altına alınıp yeniden dizayn edilmesi şimdiye kadar mümkün oldu, kendileri açısından. Ecevit’in 70’lerdeki çıkışları, Özal’ın gerçekleştirdiği reformlar, Erbakan’ın attığı adımlar bu zeminde dikkate değer atılımlardı. Siyaset/yürütme erkinin etkinliği ve milletin iradesinin belirleyiciliğini geliştirmeye yönelikti. Ama hepsi bir şekilde akamete uğratıldı.
Erdoğan liderliğinde son yıllarda hukuk düzeni, idari yapı ve toplumsal hak-özgürlükler alanlarında gerçekleştirilen dev, hayati ve kritik reformların yanı sıra ekonomideki başarı grafiği, bahsettiğimiz bürokratik oligarşinin görece gerilemesini birlikte getirdi.
Toplum/siyaset mühendisliğini yürüten yargı, askeriye(istihbarat), medya ve sermayede önemli değişim yaşandı, yaşanıyor.
Ancak.
Kabuğunu kırmaya çalışan, milletin belirleyiciliğinin etkin olduğu bir ülke durumuna gelmeye çalışan bir Türkiye’nin gerçekleşmesinden rahatsız olan ve engellemeye çalışan bu oligarşik yapının unsurlarının tamamen bittiğini düşünmek saflık olur.
Direnç devam ediyor.
Ettirenler ise yargı, medya ve sermaye içindeki eski düzenin aktörleri.
Bu üç ayak tamamen değişmedi, değişime direniyor.
Askeri vesayet büyük oranda geriledi ve Türk Silahlı Kuvvetleri asli ve doğal işlevine doğru kendisini konumlandırmaya başladı.
İstihbarat sivilleşti, daha milli olmaya yöneldi ve dış istihbarat teşkilatlarının şubesi olmaktan hızla kurtulmaya çalışıyor.
Yargı, medya ve sermayedeki eski dış bağlantılı operasyon zihniyeti ve aktörleri ise etkinliğini sürdürüyor.
Yargının tamamı değil ama kritik noktalardaki karar vericiler birer yargıç olmaktan öte bürokratik oligarşinin hukuk şubesini oluşturan memurlardır.
Anayasa Mahkemesi eski raportörü Prof. Dr. Osman Can, bir mülakatında, “Siz Ankara’da yüksek yargıçlar olduğunu mu sanıyorsunuz? Hayır, orada yüksek bürokratlar var…” demişti.
Medyadaki eski vesayetçi yapının etkinliğini görmek için Gezi’den itibaren Hürriyet’in sinsi provokatif manşet ve haberlerini, Ergenekon, Balyoz davalarındaki tavrının yanına Zaman grubunun Gezi, Barış süreci ve Dershane alanındaki manşetlerini yan yana koyup bir göz atmak yeterli sanırım.
“Dış bağlantılı sermaye ne yapıyor?” diye sorulacak olursa, “Çözüm sürecine ne denli destek çıktıkları ve gezideki tavırları dikkatle incelenmeli” derim.
Ve gelelim bu güne…
Yeni Şafak Ankara temsilcisi Abdulkadir Selvi, bugünkü yazısında Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın Gezi kalkışmasından bu yana yaptığı çıkışlara dikkat çekiyor. İşte o cümleler:
“Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın Gezi olaylarından bu yana verdiği mesajlar, her hafta sonu ülkenin bir köşesinden verdiği mesajlar ve sonunda bu karar, üst üste konularak okunuyor.
Tüm yolların Roma'ya çıkması misali.
Ankara'da tüm yollar siyasi senaryolara çıkıyor.”
Sabah yazarı Haşmet Babaoğlu ise bugünkü yazısında gerginliğin ve çatışmanın nirengi noktasına parmak basmış. Babaoğlu, “Çatışmanın esas kaynağı: Millet anlayışı!” başlıklı yazısında şu çarpıcı tespitte bulunuyor : “Türkiye'nin dönüşümü ve ufku açısından baktığımızda esas çatışma başka bir noktada.
İster laik bürokratik oligarşinin, ister muhafazakâr sivil yapıların vesayet arayışı olsun...
Birbirlerine düşman bile görünseler, hatta birbirlerini hırpalasalar dahi bu kesimleri ortak kılan bir yanları var: Eski Türkiye'nin tanımlar ve kavramlar çerçevesine bağlılar.
Bunu anlamak için basit bir test sorusu yeterli...
İki tarafa da barış süreci ve Kürtler hakkında ne düşündüklerini sorun. Ya da iki tarafın da bu konuda izledikleri siyasete bir bakın.
Nasıl ortak bir noktada buluştuklarını anlarsınız!”
Ve Akşam yazarı kurtuluş Tayiz de bugünkü yazısında, “Çok tuhaf bir ülkeyiz; silahla ‘hak’ arayanlara, şiddetle ‘özgürlük’ savaşı verenlere, şimdi de gizli belge ve şantaj kasetleriyle ‘demokrasi’ mücadelesi verenler eklendi.
Amaçlar iyi gibi görünüyor ama nedense araçlar hep gayri insani ve kirli” diyor.
Bu üç tespitte kimler var.
Adını net koyalım.
Yargı var.
Medya var.
Gülen Grubu var.
Bir ittifakın büyük resmi şekillenmeye başlıyor.
Bu ittifakın adı, 2014.
Aktörler renklerini açık etmeye başladı.
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ABD’de Gülen Grubu ile de görüştü.
Gülen Grubunun abilerinin kapalı toplantılarda Sarıgül’ün desteklenmesi gerektiğine dair söylemler geliştirdiğine dair bilgiler geliyor.
Haşim Kılıç ve Cemil Çiçek, Ergenekon sanıklarını da serbest bırakmaya yönelik satır aralarında mesajlar vermeye başladı.
Köşk, Gezi’den beri birtakım çevrelere göz kırpıyor görüntüsü içinde.
Abdulkadir Selvi, “bütün yollar Roma’ya çıkar” özdeyişini kullanmış. Oysaki yüz yıldır Türkiye’de yollar Londra’ya çıkar. Ama biz bazılarının ABD’de ikamet ettiğini veya bazılarının orada temaslarda bulunduğunu sanırız!
Balbay’ın tahliye edilmesini, Ertuğrul Özkök’ün Gezi, Ergenekon ve Balyoz’a dair her biri bir psikolojik harp taktiği olan yazılarının eşliğinde okuyun.
Ha unutmadan, Balbay çıkar çıkmaz “intikam duygusu yok” derken kime selam gönderdi? Siyaset kurumuna olmadığına göre?
Yargı'da birileriyle irtibatlandırılan yapının kullanılması sözkonusu. Yeni Türkiye karşıtlığında Zaman grubunun son dönemdeki tavrına paralel bir kullanma da denilebilir
Balbay, Kılıçdaroğlu’na bir jest olarak salıverildi ve kulaklarına da “Bakmayın siz siyaset kurumunun sesinin gür çıktığına, devlette ben güçlüyüm…” lafı da fısıldanmış oldu.
Fotoğraftaki bu parçalara, bir de Haşmet Babaoğlu’nun önerdiği test açısından bakılınca da büyük fotoğraf tamamlanıyor.
Ve bu fotoğraf, 2014 Köşk savaşının müttefik kuvvetlerinin resmidir.
Hayırlı olsun!
Umarım bu savaş, şimdiye kadarki 11 seçimde olduğu gibi kanlı olmaz!
Yazı biraz uzun oldu, affedersiniz.
hikmetgok@gmail.com

http://www.haber10.com/makale/36507/#.UvFV0Pti0tB
 Emniyet-yargı cuntasının medyadaki tetikçileri
 Emniyet-yargı cuntasının medyadaki tetikçileri12 Aralık 2013
Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Eyüp Can ile Sabah Gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak’ın nasıl “cunta elemanı” haline geldiklerini yazan Küçük, şu çarpıcı bilgilere yer verdi: “Emniyet-Yargı cuntasının kara propaganda santrali Kuzguncuk, Ilıcak’la görüşmeye devam etti. Polis şefleri Kuzguncuk’a talimatları veriyor. Kuzguncuk’tan iki görevli de Ilıcak’a kibarca (!) rica da bulunuyor. Yine aynı hukuk dışı ilişki sözkonusu. Zaten Kuzguncuk’un hoşgörü, diyalog, insan hakları kamuflajları altında nasıl bir cuntacı kara propaganda merkezi haline geldiği yakında ortaya çıkacak. Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Kuzguncuk raporu en nihayet açıklanacak ve herkesi şaşırtacak…”
İşte Cem Küçük'ün yazısından ilgili bölümler:
Emniyet-Yargı cuntasının kara propaganda santrali: Kuzguncuk
Erdoğan’ı indirme planları yapan Emniyet-Yargı cuntasını önemli istihbarat örgütleri biliyor. Belli başlı dünya devletlerinin üst düzey istihbaratçıları ve diplomatları her şeyin farkında. Fakat kendi çıkarları gereği meşru demokratik hükümetin yanında yer almıyorlar. Bu cuntanın varlığını Erdoğan’a ve Türkiye’ye karşı koz olarak kullanıyorlar. İkili görüşmelerde masaya o cuntadan aldıkları kimi istihbari gizli belgeleri koyuyorlar. Kendi içimizden yaşadığımız bir ihanet sözkonusu. Kendi devletinin mahremlerini grupsal çıkarları için başka istihbarat örgütlerine sızdıran bir çete bu. Ana omurgası 30 kişiden oluşan Emniyet-Yargı cuntası dolaylı uzantılarıyla birlikte çok daha büyük etki alanına sahip.
TARAF’IN MANŞETLERİNİ CUNTANIN POLİSİ ATIYOR
Emniyet-yargı cuntasının en iştahlı şekilde manipüle ettiği gazete Taraf. Bu gazetenin manşetlerini doğrudan polis şeflerinin attığını bilmeyen bir diplomat yok Ankara’da. Sözcü’nün manşetlerini doğrudan bu ekip atmıyor ama Sözcü’de kendilerine zarar verecek tek satır çıkmasını engelliyorlar.
Bu noktada en ilginç aktör Radikal’in başındaki Eyüp Can. Eyüp Can’la ilgili önce Stratfor belgesini beraber okuyalım. Reva Bhalla ile görüşen kişinin ismi geçmiyor. Ama ben kesin bir istihbaratla söylüyorum ki, o kişi Eyüp Can’dır. Aksini kimse söyleyemez.
Bhalla’nın notları şöyle:
‘Washington’da buluşuyorlar. 10 yıl boyunca muhafazakar bir Gülenci olan yazar ancak birkaç yıl önce değişim yaşamış. Gülen’den kurtulmak istiyor ama kurtulamıyor. Buluşmanın ilk anlarında bir hayli paranoyak davranıyor. Gülen modelinin açık bir şekilde çok başarılı olduğunun altını çiziyor. Fethullah Gülen’in şeker hastası olması nedeniyle hareket içinde eskisi kadar aktif olmadığını, cemaatin çoğu ABD’de yaşayan 12 kişilik bir akil adamlar grubu oluşturduğunu da anlatıyor. Gülen okullarının veri tabanını hazırlamaya çalıştığını, ancak çabalarının boşa gittiğini belirtiyor. Cemaat bünyesinde hiyerarşi çok katı. Hücre örgütlenmesi şeklinde çalışıyorlar. ‘Ben beş kişiden sorumluyum. Bir başkası da, benim seviyemde beş kişiden sorumlu’ diyor Eyüp Can. Üst düzey Gülenciler de hepsinin ‘vesayeti altındakilerin’ maddi durumu ve sağlığıyla ilgili bilgi alıyor. Onlara kafa tutabilecek buna benzer bir teşkilat yok. Polisin içinde çok güçlüler. Yargı sisteminde de daha fazla Gülenci yargıç olması için çalışıyorlar.’?
EMİR SUBAYI EYÜP CAN
Aslında bu belge bile Eyüp Can’ın işlevini kanıtlıyor. Belki gönüllü değil ama zorunlu bir emir subaylığı Eyüp Can’ınki. Zaten o yüzden Radikal’in başında. Hiyerarşi çok katı ve ağabeyler isterse bir günde Can’ı bitirir. Sözde solcu gözüken Radikal öyle kritik zamanlarda öyle manşetler atıyor ki, cuntadan alkış alıyor Eyüp Can.
Öte yandan Can, Başbakan’a eskiden yakın olmuş birini de dönüştürmeyi başardı. Bunu artık hangi yöntemlerle yaptı bilmem ama başardı. Bu zor dönemde hakikatleri yazamayan biri haline getirdi o kişiyi. Sözde Erdoğan’ı savunan o yazar epey iyi bilir bu cunta gerçeğini ama herhalde korkudan susuyor.
AHMET HAKAN’IN BOYNUNA YULAR TAKILDI
Buna benzer şekilde gönüllü değil zorunlu kontrol altına alınanlardan biri de Ahmet Hakan. Ahmet Hakan için iddianame bile hazırdı. Emniyet ve Yargı cuntasının elinde Ahmet Hakan’la ilgili olmasını istedikleri hemen her şey vardı. Sonra tutuklanmadı. Bu şekilde boynuna yular takıldı. Kendisini tutuklamak isteyen o yapının aleyhine tek satır yazmıyor Ahmet Hakan.
Ve tabii değişmez ismimiz Nazlı Ilıcak. Daha önce Nazlı Hanım’ın Emniyet-Yargı cuntasının başlarından biri tarafından nasıl yasadışı şekilde kullanıldığını, ona kitaplar yazdırıldığını deşifre etmiştim. Sonra her hafta bir araya geldiği o polis şefiyle görüşmeyi çok azalttı Ilıcak. Ama Emniyet-Yargı cuntasının kara propaganda santrali Kuzguncuk, Ilıcak’la görüşmeye devam etti. Polis şefleri Kuzguncuk’a talimatları veriyor. Kuzguncuk’tan iki görevli de Ilıcak’a kibarca (!) rica da bulunuyor. Yine aynı hukuk dışı ilişki sözkonusu. Zaten Kuzguncuk’un hoşgörü, diyalog, insan hakları kamuflajları altında nasıl bir cuntacı kara propaganda merkezi haline geldiği yakında ortaya çıkacak. Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun Kuzguncuk raporu en nihayet açıklanacak ve herkesi şaşırtacak…
CUNTA ILICAK’I BİTİRDİ
Nazlı Hanım Kuzguncuk merkezli kara propagandaları Sabah’ta yazamadığı için CNN Türk’teki Dört Bir Taraf programında söylüyor. Nazlı Ilıcak resmen kandırılıyor. Kendisi Tayyip Beye olan öfkesini bu şekilde gideriyor ama tam da Emniyet-Yargı cuntasının isteklerini yerine getirdiğinin farkında değil. Ne yazık ki Emniyet-Yargı cuntası Nazlı Hanım’ın da itibarını sıfırın altına indirdi.

http://www.haber10.com/haber/453410/#.UvFVSPti0tB
 Dehşetli bir itiraf, ithamdan da öte ve de, belden aşağı..
12 Aralık 2013 Selahaddin Çakırgil

Mesele, dershanelerin pratik açıdan bir fayda getirip getirmediği ve kapatılmasının gerekip gerekmediği’ konusunu çoktaan aştı. Konunun on milyarlarca, hattâ yüzmilyarlarca lirayı bulan bir rant kaynağıyla ilgili olduğu şeklindeki iddialar bile neredeyse geride kaldı. Bir taraf, siyasî iktidar ve ülke yönetimi üzerinde, görünmeyen bir el ile tutuyor gözükmeye çalıştığı şemsiye ile söz sahibi olduğunu hissettirmekte ısrar ederken ve bu tavrından, bu merhaleden sonra, geri adım atamıyacağı havasını kamuoyuna zerketmeye çalışılırken..

Siyasî iktidar da, özellikle (İsrail rejiminin, Amerikan makamlarını da etkileyerek değiştirilmesi konusunda ilk tayin edildiği günlerden beri, hakkında olumsuz bir kamuoyu oluşturmaya çalıştığı) MİT MüsteşarıHakan Fidan’ın bile bir takım manipulasyonlarla yargılanmak istenmesi günlerinden sonra daha bir gerilmiş olan sinirlerin de yönlendirmesiyle, bıçak sırtında, kendi üzerinde görünmez bir el ile tutulmaya çalışılan şemsiyeyi, fonksiyonunu yapamaz hale getirme dikkatinde..
Yani, konu dershanelerin ve o dershaneler üzerinde büyük çapta bir kontrol kurduğu söylenen ve kısacaCemaat diye anılan sosyal kesimin ilgi alanlarını taa baştan aşmış ve uluslararası istihbarat merkezlerinin ilgi alanına gelmiş bir konuydu..

Birileri de bilerek veya bilmeyerek bu oyuna geldi..

Anlaşıldığı kadar, Tayyîb Erdoğan ise, ülkenin ve devletin en temel istihbarat teşkilatının başına güvendiği ve başkalarının özellikle ülke dışındaki MOSSAD ve CIA gibi önemli istihbarat odaklarının ve karar merkezlerinin ise, kuşku ile baktığı bir kişiyi getirmekle çok iyi bir iş yaptığı ve onun harcanması konusunda verilen bir gizli savaşı yitirmemek dikkatinde.. (S. Demirel’in, -1965-80 arasında başbakanlık yaptığı dönemlerde- MİT Müsteşarları’nın kendisine, Afrika’da meselâ Burkinofaso’da bir askerî darbe yapılacağını önceden bildirecek kadar istihbarî bilgi sahibi olduklarını, ama, Ankara’da burnunun dibinde neler olduğundan hiç bir haber veremediklerine dair sözlerini bu noktada bir daha hatırlamakta fayda vardır.)

‘Bu gibi konularla ‘Cemaat’ denilen bir sosyal kesim veya hareketin ilgisi ne?’ denilebilir. Bu konunun daha iyi anlaşılması için, 16 -17 sene öncelere gitmekte de fayda olsa gerek. O zamanlar ‘Cemaat’in baş ismi F.G.’nin en yakınındaki birisi durumunda gözüken ve Zaman’ın o günlerdeki kanûnî sahibi de olanAlaeddin Kaya’nın Tempo dergisine verdiği bir röportaja bakmakta fayda vardır. Sanki, bu konudaki ilk uluslararası adımlar, o zamanlarda atılmış gibidir.

Kısaca özetleyeyim:
F.G., o zamanlar tedavi olmak için B. Amerika’ya gider. Tedavisinin sona ermek üzere olduğu günlerde bir kişi gelir ve kendisine ‘dünyada dinî düşüncenin canlandırılmasında üstün hizmet gösterenler’e verildiği bildirilen bir ödülü, kendisine de vermek istediklerini söylerler. Bu ödülün 250 bin dolar kadar bir malî tarafı da vardır. Ancak Kaya, o ödülün malî tarafını F.G.’nin almak istemediğini belirtir.
Bir süre sonra, aynı adam tekrar gelir ve Papa 2. Juhannes Paulus’la ile görüşmek isteyip istemediklerini sorar. F.G., ‘tedavinin sona ermesini takiben Türkiye’ye döneceklerini, bu konuyu o zaman düşüneceklerini’ belirtir. Ve, o kişi, dönüş takvimini gözönüne alarak, Papa’yla görüşmek için belirlenen randevu tarihini getirir. Kaya, bu arada, nice ünlü dünya liderlerinin bile Papa’yla görüşmek için aylarca beklemek zorunda kaldıklarını hatırlatır.

Ülkeye dönüldükten sonra, F.G., aralarında A. Kaya’nın da bulunduğu bir heyetle belirlenen tarihte Vatikan’a gider ve Papa’yla görüşür.

Bu görüşmeden sonra, bir gün, Patrikhane’den telefon gelir ve Patrik Barthalemeos’un F. G. ile görüşmek istediği belirtilir.

Kaya, bu durumu telefonla Millî Güvenlik Kurumu (MGK) Gen. Sekr. Org. İlhamî Kılıç’a bildirdiğini; Org. Kılıç’ın da kendisine, ‘Onlar sizden Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için yardımcı olmanızı isteyebilirler, siz de onlardan Selanik’de bir İmam- Hatib Okulu açılması için yardımcı olmalarını isteyiniz..’ gibi bir zımnî ‘olur’ verir. (O günlerde, ülke içinde, İmam-Hatib Okulları’nın kapatılması için her yolu deneyen bir görüşün uygulayıcılarından olan bir Org. Kılıç’ın bu teklifi ilginç değil mi?)

Kaya’nın bildirdiğine göre, durumu F.G.’ye aktardığında, o, ‘Selanik’de İmam-Hatib değil, bir Atatürk Enstitüsü açılmasını isteyelim..’ der. Kaya bu görüşü, MGK Genel Sekreteri’ne bildirdiğinde, Org. Kılıç’ın tepkisi ilginçtir:
‘-Vallahi harikasınız Alaeddin Bey!..’

O ilginç röportajı, yıllar sonra ve hatırda kalan özünü yansıtan noktalarıyla bu kadarca özetledikten sonra..
Gelelim, bugüne..
*
Mâlum kişi ve çevresinin açık olmayan ya da kapalı veya karanlık ilişkileri hakkında, çeşitli mahfillerde bir yığın iddia tekrarlanıp duruyor; ama, ‘Zannın çoğundan kaçınınız!’ meâlindeki ilahî-ahlâkî hükümler gereği, bunlara kulak tıkamak ve hattâ ölçüsüz olduğunu tahmin ettiğimiz iddia ve yorumlara karşı çıkmak durumundayız. Tamam, ‘zann’, bize bazı ipuçları verebilir, bazı şeylerden uzak durmamız veya nasıl bir tavır belirlememiz konusunda bir yol gösterici olabilir ve de kimilerimizi şüpheli şeylerden uzak durmak ya dadibi görünmeyen kuyulardan su içmekten kaçınmak gibi bir tavır takınmaya sevkedebilir. Ama, bize ulaşan bazı haber ve işaretlerin daha ilerisini üzerimize düşmediği halde araştırmak, herhalde çoğundan kaçınılması ihtar olunan ‘zann’ olsa gerek..

Son günlerin en önemli iç mes’elelerinden birisi haline gelen tartışma konusuyla ilgili olarak, geçen gün, birZaman yazarı olan A.T. Alkan’a, CNNTürk’de, cemaat’in siyasî gücü sorulduğunda, ‘rakam olarak yüzde 1’dir..’ deyivermişti, ama, özgül ağırlıklarının da ayrıca gözönünde bulundurulmasını hatırlatarak.. Daha sonra ise, herhalde böyle bir zayıf veya etkisiz göstermeye zemin hazırladığından dolayı muahezeye mâruz kalmış ya da kalacağını düşünmüş olmalı ki, ‘yüzde 1’ mi demişim, herhalde şaka olarak söylemişimdir..’ demek gereğini hissetmişti. Ama, Alkan’ın sözlerinin ilginç taraflarından birisi de birbeyanat savaşına dönüşen bu kapışmada, tarafların tutumunu anlatırken, ‘Cemaat’in din diliyle siyasetin ise, siyaset diliyle konuştuğu’na ve siyaset dilinin daha temkinli olduğuna dikkati çekmesi olmuştu.

Din dili’ ile, ‘siyaset dili’ arasında, bir müslüman açısından ne gibi bir fark vardır denilebilir. Ancak, ‘Din dili’ ile kasdolunan herhalde, din kültüründe ayrı mânâları olan terimlerin kullanıldığının anlatılması idi.. Bu konuda ise, bizzat F.G’nin sözleri ortada.. O terimleri yerli yerinde olup olmadığı ayrı ama, sıkça ve bolca kullandığı da biliniyor; ‘Fir’avun’lardan tutunuz da, ‘tedavisi mümkün olmayan tımarhanelikler’nitelemelerine varıncaya kadar.. Bu ifadelerin ve benzerlerinin, ‘din dili’ olarak nitelenmesi ne kadar doğrudur, o da ayrı..
*
Ve bu mücadelede ‘din dili’ kullananların sorumluluğu?
Bu konuda, önce, ‘siyaset dili’ni kullandığı belirtilen Tayyîb Erdoğan’ın, 5 Aralık akşamı, İlim Yayma Vakfı’nın 40. Yıl proğramında yaptığı konuşma son derece önemliydi ve birilerine verilen ince mesajlar taşıyordu. -Ki, bu vakfın temelini oluşturan İlim Yayma Cemiyeti’nin tarihi daha da eskidir.-
Konuşmasında Tayyîb Erdoğan özetle şöyle diyordu: 'İlim Yayma Cemiyeti'nin Vefa'da şu anda yurdun olduğu yerdeki o ahşap binada İmam-Hatib'e hazırlık kurslarına gittiğim günleri hatırlıyorum. (…) Ondan sonra da geldik Fatih- Çarşamba'daki İmam Hatib'de okuduk.

Orası İstanbul'un tek İmam-Hatip Okulu’ydu. Ama şimdi bu sayılar her ilçeye yayılmış her ilçede oluşmuş vaziyette.. (…) Baktılar ki yaşanan gelişme bazıları için iyi değil, bunun önünü kesmek lâzım dediler. Önce damarlarımızdan bir tanesini kestiler ve orta kısmı kapattılar. İşi biliyorlardı. Diyorlardı ki, 'Biz şurayı kesersek …Biz bu işi çözeriz’ ve bu adımı attılar. (…) Adımı attılar ama tabiî, onların tuzakları varsa, onların hesabları varsa o tuzakların üstünde, o hesabların üstünde Rabbimin de bir hesabı vardı ve bu hesab tecelli etti. ve olan oldu. (...) Sabır-sabır derken bir 28 Şubat oldu.

O ara, bu ülkeye çok şeyler kaybettirdi. Bunun farkında olanlar var, olmayanlar var. Bir nesil katledildi. Bu nesli katledenlerin bu ülkeye ödettikleri bedelin altından kalkmaları mümkün değil. Yolsuzluklar orda oldu, yoksulluklar orda arttı. Bu yolsuzlukların çetelerin el ele vermek sûretiyle bu ülkeyi yönetmelerine fırsat hazırlayanlar onlar oldu. Şimdi bazıları da nedense rahatı görünce farklı bir duruma düştüler. (…) İmam-Hatib Okullarının, meslek liselerinin kapılarındaki kilitleri biz kaldırdık. Şimdi, yeni yeni bazı kutsallar üretiliyor. (…) Biz böyle olsun istemezdik, ama bu da oldu, maalesef.. (…)

(İstanbul Belediye Başkanlığı sırasında Bezm-i Âlem Vakıf Gurebâ Hastahanesi’nde, başörtüsü yasağı sebebiyle üniversitede okuyamayan ve psikiyatri servisinde yatan 2 genç kızı anlatan Erdoğan şöyle konuşuyordu): 'Bu ülkede benim gördüğüm o kızlarımızdan çok daha ağır bunalım içerisine girenler oldu. Bunların hesabını kim verecek. Bu ülkeye bu yakışıyor mu? Maalesef bu bedeli, bu çileyi bu insanlara ödettiler. Biz bu zulme hamdolsun son verdik. Tabiî, o zamanlarda başörtüsüne 'füruat' diyenler de oldu. Onları da gördük, bunları da yaşadık. (…)

’İmam-Hatib yıllarında yurtta beraberce kaldıkları bazı arkadaşlarının haftalarca harçlık alamadığını’ anlatan Erdoğan daha sonra şunları söylüyordu: "Ayaklarına giyecek ayakkabı, üstlerine giyecek bir ceket, bir kravatları yoktu. Yatılı okulda, yurdun imkanları neyse, onunla yetiniyorlardı. Ama işte o arkadaşların imdadına o hayırseverlerimiz yetişiyordu. Çoğunun kim olduğunu ne biz bildik, ne o ihtiyaç sahibi arkadaşlarımız bildi. Kendilerini hiç göstermediler. Sağ elleriyle verdiklerini sol elleri hissetmedi. Verirken de hiçbir ayırım yapmadılar. ’Bu bizden, şu sizden..’ diye bir ayırım yapmadılar. ’Bu Doğuludur, bu Batılıdır, bu siyahtır, bu beyazdır, bu türktür, bu kürddür..’ demediler. ’Verdik, karşılığını alırız’demediler. ’Sizi biz okuttuk. Siz artık bizim neferimizsiniz..’ demediler. İnsana, borsada işlem gören bir meta, üzerini yatırım yapılabilir, bir finans aracı olarak asla bakmadılar. Buradan ne kazanırız hesabına girişmediler. İnanın, o hayırseverleri bir Allah biliyor. Bir de sadece kendileri..’
*
Evet, ’siyaset dili’ diye ayrı bir kategoride değerlendirilen bir konuşmadan, Erdoğan’ın sözlerinden bir demet.. Bu sözlerin türkçeden türkçeye tercümesi yapıldığında, elbette ki nerelere gittiği ortadadır.
*
’Din dili’ ile konuştuğu belirtilen F.G. ise konuşmalarında başka şeyler söylüyordu..
Meselâ, 1 Aralık günü yaptığı açıklanan konuşması, kendisine aid internet sitesinde ’Bamteli’ başlığıyla şu şekilde veriliyordu:

‘...Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben” deyip varlığını ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun benliğini, bir taraftan irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet, kin, nefret ve benzeri duygularla donatmıştır. (...) Bu anahtarı kullanmasını (...) bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlar... “ene” öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice güçlüleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır. (…) İnsandaki kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten ayrılmaz. Böyle bir kimsenin önünü tamah, makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını tamı tamına vererek hak yoldan hiçbir zaman ayrılmaz. (…) Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye’de o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. İnat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı. (…) Sizin gibi (…) gaye-i hayalimize hizmete kendini adamış insanlar, ileriye adım attıkları gibi yerinde yanlışlarından dönmeyi de bilmeli ve geriye adım atmada da diriğ etmemelidirler. (…)’
*
Evet, bu sözlere de‚ Zaman yazarının deyimiyle ’din dili’, diyelim.Ve genel çerçevesi itibariyle, bir müslümanın herhalde karşı çıkması düşünülemez.
Bazıları zannetti ki, mes’ele kapandı, kılıçlar kınlarına sokulacak..
’Bu ne perhiz, bu ne turşu?’ lafıyla bile geçiştirilemiyecek bir durum

Ancak, F.G.’nin 9 Aralık günü yaptığı belirtilen konuşmasında söylediklerine ne demeli?
Görüntülü olarak bizzat kendi ağzından söyledikleri karşısında insanın nutku tutuluyor.
Amerika’da, Pensilwania şehrinde oturduğundan hareketle, bazılarının esir olduğundan dem vurduğu, bazılarının da bir takım ilgilerine işaret edenlere itibar etmeyenleri bile şaşırtan bir ifade tarzı ile -özet olarak- diyordu ki bu zat:

’Şimdi çok yüksek makamlarda bulunan bir kişi.. Yıllarca önce, nefsine mağlub olup, bir alufteye gitmek üzereyken bana haber verdiler. Burada (Amerika’da) akşam üstü, orada gece yarısıydı. Hemen tanıdığım birisine telefon ettim, onun engelledim.. Bunu daha önce hiç anlatmamıştım size.. Onun bu halini bildiğimi bildiğinden, benim için herhalde, ’Nalları dikip gitse de bu iş kapalı kalsa..’ diyordur.(…) Ama, bunu size daha önce, yıllar boyu söylememiştim. Çünkü müminin şiarı bunu gerektirir..’ (Buradaki nalları dikmekdeyimini F. G., kendisi için bizzat kullandığından tekrar etmek zorunda kaldım.)
*
İmdi.. Bir kişi, farzedelim ki, denildiği üzere, şeytana uymuş, bataklığa doğru ilerliyor..
Siz bunu önlemişsiniz ve yıllarca da kimseye söylememişsiniz. Ve bunu müminin şiarı olarak da belirtiyorsunuz.. Öyle ya, kişilerin gizli hallerini araştırmak, açığa çıkarmak, ortaya dökmek çirkindir. Ama, siz, bunu şimdi, bu kavga günlerinde dile getirirken..

Elinizdeki bilgilere göre, bir kişi töhmet altında kalabilirken, bunu medyadan ortaya atmakla, ve çok üst makamlarda bulunan her kim varsa, hepsini de şübhe ve töhmet altına alacak şekilde suçlamanız, yığınla insanı da töhmet altına atmak ve belden aşağı vurmak değil midir? Bu tavır, mümin kişinin sorumluluğuna yakışıyor mu? Ve bu sözleriniz, bir ithamdan da öteye, dehşet verici bir itiraf mahiyetinde değil midir?
*
Daha da önemlisi..
’Çok yüksek makamlarda olduğunu’ söylediğiniz bir kişi, bir yanlışa sürüklenmek üzereyken, hemen, bunu size duyuranlar kimler ve siz bir telefon veya sair elektronik iletişim yollarıyla haberdar edildiğinizde bunun sıhhatinden hemen nasıl emin olabiliyor ve taa Pensilwania’lardan devreye girip birilerine talimat vererek nasıl müdahale edebiliyorsunuz? Ve yıllarca suskunluktan sonra, şimdi siyasetin en üst makamlarından bazılarıyla bir mücadeleye girilince, âdeta elinizde daha ne gibi gizli-mahrem bilgilerin bulunduğunu ihsas ettirmek istercesine, birilerine nasıl gözdağı veriyorsunuz? Gerçekten de, size bağlı olan bazı güçlerin devlet imkanlarından da istifade ederek birilerinin gizli-mahrem halleri için, bir takım fişlemeler yapıldığına dair iddialara haklılık kazandırmaz mı, bu tutumunuz?

Bu fişlemeleri yap(tır)mak yetkisini o gibi kimselere kim verdi ve bu gibi iddiaları duyduğunuzda, onları bu gibi haram işlerden men’etmek gibi yolu takib etmeniz gerekmez miydi? Ve, bu açıdan siz, sahiden de kimsiniz? Müslümanlar arasından bir ünlü kalem sahibinin, ’Onun imanından şüphe etmiyenin imanından şüphe ederim..’ şeklindeki sözü üzerine, ’Bu nasıl söz.. Benim imanımdan şübhe ederseniz ediniz, ama, ben başkasının imanından nasıl şübhe ederim?’ diyen bu satırların sahibini şaşırttığınızın farkında mısınız?
*
Dünya çapındaki hemen bütün elektronik haberleşme/ iletişim/ komünikasyon mekanizmalarının başında bulunan ve hergün 6 milyar insanı izleme imkanına sahib olduklarını belirten Amerikan emperyalizmi ve onların işbirlikçilerinin ne gibi imkanlarının olduğu ayrı bir konu.. Bunda şaşırtıcı bir durum da yoktur.

Ancak, şaşırtıcı olan, bu bilgilerin ve bilgilendirmelerin size nasıl ulaştırıldığıdır?
Bu gibi konularda, kişilerin mahrem hayatları konusunda devlet mekanizması içindeki bazı bağlılarınız eliyle bilgilendiriliyorsanız, bu durum daha da tehlikelidir.

Kılık-kıyafetinden dolayı, özel bir lakabla anılan ve belirli bir cemaat’e va’z u nasihat ettiğini düşünen bir kişinin size ağır suçlamalar yöneltmesinden sonra, başına gelen büyük sıkıntıların faturasının da size ve bağlılarınıza çıkartıldığını; onun hakkında yayınlanan ve çok ustalıklı şekilde montaj işi olduğu da söylenen çirkin muhtevalı kasetlerin arkasında da bir yerlere işaret edildiğini herhalde biliyorsunuzdur. Ama, o kişi, sonra, aşağıdan aldı, övgülere başladı da; ancak ondan sonra, ’büyüklar arası barış olduğu’ söylendi de, konu kapanır gibi oldu.

’Harb hiledir’ sözünü, her türlü insan ilişkilerine de indirgeyerek kendisini mâzur göstermeye çalışanlar kervanına müslümanların şu veya bu şekilde katılmaları, en çok da İslam’a bühtan edenlerin ekmeğine yağ sürmeyecek midir? (Daha geçen hafta, çölleri aştığı söylenen ve hiç de emîn olmayan bir kişinin, ’Bize bir ünlü kişi hakkında bir çirkin kaset ulaştırıldı, seyrettim, attım bir kenara..’ demesiyle, o gibiler bile, fazilet dersi vermeye kalkışırken..)

Bu yöntemlerden dolaylı olarak haberdar olduğunuzu bu son sözlerinizle ortaya koymakla kendi sorumluluğunuzu gözönüne alıyor musunuz?
Bir siyasî parti liderinin, partisinin başından uzaklaşmasını gerektiren bir video kaset ortaya çıkınca, birileri hemen bir yerleri hatırladılardı. Ama, o kişi, o çirkin görüntüleri reddetmediği halde, siz ona teselli eden bir mesaj gönderdikten sonra, o kişi, ’Pensilwania’dan geldiği’ni bildirdiği bir mesajdan sonra, ’o konunun o cemaatle bir ilişkisinin olmadığını’ söylemekle, sizi veya bazı bağlılarınızı temize çıkarmış mı oldu sanıyorsunuz?

Allah’u Teâlâ, hepimize beden ve ruh sağlığı, kalb rikkati nasib eyleye..

http://www.haber10.com/makale/36509/#.UvFUGvti0tB