HERŞEYİN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR. Sizin bir planınız, bir hesabınız varsa, Allah’ında bir planı bir hesabı var.

16 Mart 2014 Pazar

 Gülen hareketi dev bir eroin ağından besleniyor
BOŞUNA HAŞHAŞİ DEMEMİŞ BAŞBAKAN
FBI Danışmanı Prof. Williams'dan Fethullah Gülen ilgili şok iddialar!
FBI Danışmanı Prof. Williams'dan Fethullah Gülen ilgili şok iddialar! / 1999’dan bu yana ABD’de yaşayan Fethullah Gülen’in CIA’ya hizmet ettiğini söyleyen ünlü akademisyen Prof. Williams’tan korkunç iddialarda bulundu.17 Mart 2014

SON TV ABD basınının yanı sıra akademisyenlerin de ilgi odağı olan Fethullah Gülen ve cemaatine ilişkin bir araştırma da Profesör Paul L. Willams’tan geldi. Aynı zamanda FBI danışmanlarından biri olan Prof. William, yıllardır Fethullah Gülen ve cemaati üzerine çalışıyor. Gülen’in Pensilvanya’daki malikanesine kadar giren Prof. Williams, cemaatin iç yüzünü, planlarını ve yeni kitabını anlattı:

OKULLARLA BÖLGELERE SIZIYOR

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mavi Marmara olayının ardından takındığı tavır ve Suriye’deki tutumu nedeniyle Gülen’i kendisine düşman edinmesi şaşırtıcı değil. 34 yıl önce Orgeneral Kenan Evren, dönemin Amerikan Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Zbigniew Brzezinski’nin Orta Asya’daki Türk devletleri için yeni bir düzen getirilmesi gerektiği fikrine uygun hareket etti. Ancak bu fikre asıl cevabı veren Gülen oldu ve bölgedeki doğalgaz ve petrol yataklarının kontrolünü ABD’ye verebilmek için okullarıyla bölgeye sızmaya başladı.

RUSYA VE UKRAYNA'DAN VETO

Akşam gazetesinde yer alan habere göre, bu yüzdendir ki eski CIA yöneticileri kendisine Yeşil Kart (Green Kart) başvurusunda referans mektubu verdi. Gülen konuşmalarında Osmanlı'nın yeniden dirilişi ya da yeni İslami dünya düzeninden bahsediyor ve ilginçtir ki CIA de bu fikri paylaşıyor gibi. Yoksa neden Gülen’in Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Kazakistan'daki okullarında CIA elemanları olsun ki? Bu nedenle Rusya ve Ukrayna, Gülen’in okullarını kapattı. Gülen’in etkisi Çin’in Uygur bölgesindeki eylemlerde de var. Bu şekilde CIA tarafından zaten bağımsız bir ülke kabul edilen Türkistan, Çin'den bağımsız olması sağlanmaya çalışılıyor ki Uygur Türklerinin lideri de ABD-Chicago’da yaşıyor.

ÇİFTLİĞİ 100 BODYGUARD KORUYOR

Ünlü akademisyen 2013 Temmuz’unda yazdığı bir makalede ise şu şok iddialarda bulunuyor: “Gülen’in binasında öğrenci yurtları, dinlenme alanları, yabancılar için misafirhaneler, helikopter pisti ve atış talimi alanı da bulunuyor. 100 Türk’ün etrafını koruduğu bu kale benzeri binanın etrafındaki komşular binadan gelen silah seslerinden rahatsız olduklarını söylüyor. Bina üzerinde bir helikopterin de bazen alçak uçuş yaptığını ifade ediyorlar. Paramiliter silahlı eğitim yapanların olduğu malikanede yaşayan Gülen, 'terörizmi kınadığını' iddia ediyor.
Gülen'in okullarında 130 CIA ajanı çalışıyor. Okullar narkotik ve silah kaçakçılığıyla finanse ediliyor.Türkiye'de bankalar ve iş dünyasına hükmediyor.
Fethullah Gülen izin vermediği sürece kadınlar 50 yaşına kadar evlenemiyor. Evlenecekleri erkekleri ise 'hoca' belirliyor.

AMACI CHP'Yİ ELE GEÇİRMEK

Daha önce Fethullah Gülen’in çiftliğini çok kez ziyaret ettim. Çiftlikteki yöneticilerle görüştüm ve etraftaki tüm komşularıyla, Gülen okullarındaki müdürlerle konuştum. ABD’de Gülen’in çiftliğine gelip giden bazı insanların söylediği kadarıyla cemaat, AK Parti’yi terk edip CHP’yi desteklemeye karar verdi. Amaçları bu partiyi de ele geçirmek. Bu düşüncenin planlandığı yer Gülen’in Pensilvanya’daki çiftliği. Elbette Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın da desteğini almış durumdalar. Gülen’in CIA’ya (ABD Merkezi Haber Alma Örgütü) hizmet ettiği biliniyor.

SUSURLUK BAĞLANTISI

Susurluk olayı Türkiye’de nasıl devlet içinde bir devlet kurulduğunu, suç, mafya ve siyaset dünyasının nasıl iç içe geçtiğini ortaya koymuştu. Gülen, CIA tarafından kullanılan bir adam. Şimdilerde Susurluk olayıyla Fethullah Gülen arasındaki bağlantıyı açıklayan bir kitap yazıyorum.

GİZLİ BELGE SUNDU

Bu yapılanma tam da Gülen’in temsil ettiği şey. Gülen hareketi de dev bir eroin ağından besleniyor. Bir eğitim ağının başında olduğunu iddia eden Gülen, ABD’de Yeşil Kart başvurusunda bulunduğunda 50 milyar dolarlık bir mal varlığı olduğunu mahkeme heyetine gizlice sunmuştu. Bu rakam bir eğitim ağının başında olduğunu bile reddeden bir insan için dev bir meblağ. Bu kadar para nasıl toplandı? Mahkemeye sunulan bu evrakı belgeleyebilirim.

BU YILIN ACINDIRMASI OLACAK VESSELAM
HANİ YILIN RÖPORTAJI BAŞLIYOR DİYORLAR YA
BU ŞAKİRTLERİ ACINDIRMA İLE ELDE TUTMA  ÇABASI ''RÖPORTAJI''




























EKREM DUMANLI'NIN SATIRLARI





BÖYLESİNE NAZİK BİR BEYEFENDİ  BEDDUAYI VE O ANDAKİ NEFRET HALİNİ NASIL AÇIKLAYACAK MERAK ETTİM
 
 
BUNLARDA ISSIZ ORMANDAKİ EV İLE İLGİLİ HABERLER

İşte Fethullah Gülenin Amerikadaki evi 1
ISSIZ EVİN ÖNÜNDE NE KADAR ARABA VAR

 




 
 



Gülen cemaati 'ev' haberine kızdı

Fethullah Gülen'in olarak gösterilen ev ile ilgili cemaat tarafından açıklama yapıldı.

Gülen cemaati 'ev' haberine kızdı
21-08-2013
İNTERNET HABER- Reuters haber ajansının Fethullah Gülen'in ABD'deki evini tepeden görüntülemesi üzerine medyada çıkan "malikane" "saray" gibi yorumlar Gülen cemaatini rahatsız etti.

Cemaat tarafından açıklama yaparak binanın tamamının Gülen'e ait olmadığı, Gülen'in sadece bir oda ve misafir salonunu kullandığı açıklanırken bu odanın resimleri paylaşıldı.


Uluslararası bir haber ajansının Hizmet hakkındaki haberinde yer alan Fethullah Gülen'in yaşadığı binayı gösteren fotoğrafların, bazı art niyetli gazete ve internet sitelerince çarpıtılarak kötü amaçla kullanıldığı belirtildi.
Gülen'in Pennsylvania’nın Saylorsburg şehrinde yaşadığı, bazı gazete ve internet sitelerinin “Malikane” olduğunu iddia ettiği binanın, Golden Generation Worship & Retreat Center’a ait ibadet,sosyal aktivite ve inziva merkezi olduğu öğrenildi.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, merkezin sadece bir odasını ve misafirleri için bir küçük gulenin-penceresi.jpgsalonunu kullandığı ve bunun için de vakfa bağışta bulunduğu belirtildi.
Vakfın başkanı Bekir Aksoy, bu tesislerin bulunduğu arazinin 1993’te, New York, New Jersey ve Pennsylvania bölgesinde yaşayan Türk vatandaşlarına hizmet etmek amacı için satın alındığını söyledi.

Aksoy, kâr amacı gütmeden hizmet veren Altın Nesil Vakfı'na ait binanin küçük bir bölümünde geçici olarak kalan Fethullah Gülen'in aylık düzenli olarak kaldığı oda ve diğer masraflarına karşılık, bağışta bulunduğunu vurguladı.

Söz konusu fotoğraflarda görünen büyük binanın 2012 yılında ibadet ve sosyal amaçlı olarak inşa edilip kullanıma açıldığını hatırlatan Aksoy, şunları söyledi:
“Bu bina A ve B blokları olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. A bloktaki 2 katta kadın ve erkek ibadet salonu, birinci katta ise yemekhane bulunmaktadır. B bloktaki binanın birinci katında konferans salonu, ikinci ve üçüncü katında ise çalışma odaları, kütüphane ve küçük bir salon mevcuttur. Hocaefendi ise bu odalardan sadece bir tanesinde kalıyor. Çevre evlerde kalan misafirler bu merkez binayı toplu sohbet-ibadet ve aktiviteler için kullanmaktadır. Bu bina bir "malikhane" olmadığı gibi, "villa" veya "hayalet ev" de değildir."

 fethullah-gulenin-odasi.jpg

Gülen'in kaldığı binayı Türkiye başta olmak üzere dünyanın birçok farklı yerinden gelen gazeteci, sanat ve siyaset adamının ziyaret ettiğini kaydeden Aksoy, bu insanların Gülen'in mütevazi yaşam şartlarını görüp, takdir ettiklerini söyledi.

Başkan Aksoy, “Türkiye’de bazı gazete ve televizyonlarda binanın “malikane” olarak adlandırılığını gördük. Oysa bu medya kurumlarının bazılarının sahibi olduğu holdingin CEO’su Berat Albayrak ve başka bazı gazetelerin sahibi ve üst düzey yöneticileri buraya gelip, Hocaefendi’nin mütevazi hayatını bizzat müşahede etmişlerdir.” diye konuştu.

GÜLEN KALDIĞI YER İÇİN ÜCRET ÖDÜYOR MU?

Fethullah Gülen'in avukatlarından Nurullah Albayrak ise yaptığı açıklamada muhterem Hocaefendi’nin ömrü boyunca hiçbir gayrimenkulu olmadığını ve mütevazi bir hayat yaşadığını ifade etti.
“Müvekkilime yazdığı kitaplar nedeniyle telif ücreti ödemesi yapılmaktadır. İkameti için gereken para telif ücretinden karşılanmakta olup, hayatı boyunca kimseden karşılıksız bir şey almamıştır.” diyen Avukat Albayrak, açıklamasında şöyle dedi:
"Hocaefendi, 72 yaşındadır ve bütün hayatı insanların gözü önündedir. Bulunduğu binadan dışarı bile sınırlı sayıda, o da sağlık nedenleriyle çıkmıştır. İnsaf sahibi herkes tarafından müvekkilimin lüks bir hayat içerisinde olmadığı söylenebilecekken, haksız ve mesnetsiz iddialar ortaya atarak insanların zihninde şüpheler uyarmak suretiyle müvekkilimi karalamaya çalışmak iz’an, insaf ve hakkaniyet sahibi kişilerin yapacağı bir davranış değildir.”

Bekir Aksoy tarafından yapılan açıklamanın devamında ise şöyle denildi: “Türkiyedeki gazeteler, televizyonlar ve Amerika’nın önde gelen medya kuruluşları olan The Wall Street Journal, New York Times gazeteleri ile, CBS kanalında yayınlanan haber programlarından ‘‘60 minutes’’ ve son olarak The Atlantic dergisinde, Hocaefendi’nin yaşadığı odanın mütavaziliği defalarca yazıldı ve görüntüleri yayınlandı. Diğer hizmet müesseleri gibi vakfımız da Amerika’da yaşayan Türkler ve Türkiye’den gelen misafirlerin bağışlarıyla kuruluş amaçlarına hizmet etmektedir. Burası ibadet ve inziva merkezi; herhangi bir özel güvenlik koruması da yok. Söz konusu haberlerde ifade edilen, ‘Hocaefendi “Malikane”de yaşıyor’ ifadeleri ise gerçeği yansıtmıyor.”

fethullah-gulenin-kaldigi-yer.jpg
fethullah-gulenin-odasi-2.jpg 



gulenin-evi.jpg  17.03.2014
Direnümmet direnmillet!

Cezalandırılmak istenen ümmetin ve milletin dirilen ruhu, özgüveni ve direnç dinamiğidir ve meseleyi bu açıdan görmeyen her analiz eksik ve çarpıktır.
Direnümmet direnmillet!
16 Mart 2014
Ahmet Özcan/Yazar
‘Bir bankayı soymak, bir banka kurmanın yanında nedir ki?’ -Berthold Brecht-
1973 Ekim savaşından sonra Avrupa’ya kaçan Filistinli gerillalardan bir kısmı gerici Arap diktatörlükleri ve duyarsız dünya kamuoyu arasında çaresiz kalmıştır. Bir kısmı boşluğa düşer, kişisel bir hayat kurmak peşindedir. Bir kısmı ise davayı sürdürmek ve Siyonizmle savaş için yeni yollar bulma peşindedir. Fawaz Türki bunlardan biridir ve eski silah arkadaşı Ömer’le Fransa’da buluştuğunda onun kravatlı, tıraşlı, işinde gücünde halini görünce çok kızar. “1Allah belanı versin diyorum, halkımızın eziyet çekmesi seni etkilemiyor mu? O kadar kayıtsızsın ki! Bana boş gözlerle bakıyor. Ve konuşmuyor. Neden sonra yanıtlıyor; ‘Sana napalmdan söz etmek istiyorum. Dinlemek ister misin? Diyor. Evet diyorum. ‘Bir napalm parçası vücuda çarpınca, yanar. Yanar, sürekli yanar. Kumlarda debelenirsin, suya dalarsın, yanığı elbiselerinle örtersin. Ve yanmaya devam eder. Kurban sürekli bağırır ve yardım için kıvranır. Napalmla yaralanmış bir çocuk gördüğünde ve gözünün önünde ölüşünü izlediğinde ya da en yakın ilk yardım merkezine götürürken ölüşünü gördüğünde, asla eski sen değilsindir. Bu olayın sonucu olarak içinde ölüp giden bir daha asla doğmaz. Bir insan, bir adam, bir Arap olarak başka bir şeye dönüşmüşsündür artık.” (Fawaz Türki, Filistin Sürgünü, Bir Mültecinin Anıları, Metis yay.1986)
Davayı satmak...
Ömer davayı satmamıştır. Sadece şok içerisindedir ve Fawaz’ın sürdürmeye çalıştığı yola da başka herhangi bir şeye de inancı kalmamıştır.
Yıllar sonra, geçen hafta, 2014 Martında ziyaret ettiğimiz Ömer’in kaçtığı Beytlehem Aida mülteci kampında doğup büyümüş ve kamp dışında hiçbir şeyi ve hiçbir yeri görmemiş olan 20 yaşındaki Meryem, bize “İsrail’in bize yaptığını şimdi Türkiye’ye yapıyorlar. Tayip Erdoğan’ı yıkmak istiyorlar. Sakın korkmayın, üzülmeyin. Biz, Allah’ın, sadece Allah’ın bizimle olduğunu biliyoruz ve o yüzden siz de buna inanın asla boyun eğmeyin” dedi. Açlık, susuzluk ve işsizlik içerisinde kendi vatanlarında mülteci olarak yaşayan yüzbinlerce Filistinliden biri olarak Meryem’e hayallerini soruyoruz. “Bana şimdiye kadar kimse bu soruyu sormadı”, diyor ağlayarak. “Bizim hayalimiz ne olabilir ki”, diyor. Ve Allah’ın kendilerine bir umut olarak yeni bir Selahaddin olan Tayyip Erdoğan’ı gönderdiğini, Filistin’i onun kurtaracağını söylüyor. “Benim hayalim sadece bu”, diyor.
Artık o sen değilsin!

2002 yılında İsrail askerlerinin “Koruyucu Duvar Operasyonu” adı altında Cenin’e gerçekleştirdiği saldırı Filistin halkına karşı işlenen en büyük katliamlardan biridir. İsrail tankları ile kuşatılan kampın üzerine önce helikopterlerden aralıksız füze yağdırılır, ardından kampa giren buldozerler evleri yerle bir eder. İsrail askerleri neredeyse bütün erkekleri toplayarak bilinmeyen yerlere götürürler. Af Örgütü’nün raporlarına göre yüzlerce binanın tamamen yok edildiği şehirde 1300 kişi ölmüş, binlerce sivil yaralanmış ve 4000 kişi de evsiz kalmıştır.
Hesap da dava da Batı için açık ve nettir; uygarlıklarına(!) karşı baş edemeyip hükmedemedikleri tek teo-politik direnç noktası İslam kalmıştır ve bu nedenle her yerde İslam’ın direnç damarını temsil eden ne varsa yok etmek hepsinin ortak derdidir.
Katliam sonrası Chicago Trubin’in Yahudi yazarı Ron Grossman şunları yazar:
“Kendini hümanist ilan eden biri olarak, herhangi birinin şehrinde gürleyen tankların düşüncesini dehşetle aklımdan kovmalıyım. Televizyonda beliren Beytüllahim ve Ramallahta’ki sokak kavgası görüntüleri karşısında başım üzüntüyle eğilmeli. Ancak bir ipucu vereyim: Bize ders veya vaaz vermeyin. Bizim iyi tarafımıza yalvarmayı unutun.
Grosmann, zalimlere akıl, vicdan, merhamet, insanlık, hak, hukuk, adalet gibi değerler biçen safdillere gayet açık bir mesaj vermektedir; Bizim iyi tarafımız yoktur. Varmış gibi beklentilere girmeyin, bizi kendiniz gibi zannetmeyin, demektedir.
Yıllar geçti ve yaşanan dehşet devam ediyor. Suriye’de 200 bin insan vahşice öldürüldü, on binlercesinin işkencelerle dolu cesetleri yayınlandı. Çoğu insan görmedi. Mısır’da naklen bir darbe gerçekleşti ve canlı yayınlarla tanklar masum insanların üzerine ateş açarak binlercesini öldürdü. Yine aynı çoğu insan görmedi.
Ve Filistin’de, Afganistan’da, Irak’ta haçlı güçlerinin on yıllardır sürdürdüğü katliam ve zulümleri görmeyenlerden medet uman safdiller, bu son zalimlikler karşısında bile hala dünya kamuoyu, uluslararası sistem, uygar Batı masalları okuyor. Sorunun bin yıllık bir Haçlı kini olduğunu ve yine aynı anlamda Ümmetin koruyucu kalkanı olarak en çaresiz yıllarında bile en azından bir yeşil sancak umuduyla ümmete güven veren Osmanlı’nın sahneden çekilmesi sonrası her yanımızı saran sahipsizlik duygusunun bu Haçlı kiniyle baş edemediğini görmek istemiyorlar.
Zalimler neye niçin saldırdığını çok iyi biliyor ama mazlumlar hala havaya ıslık çalarak Kemal Tahir’in ifadesiyle, sözümona medeni bir dünya ve ona benzeyerek belayı defedeceğini zanneden akılsız bir doğulu gibi davranıyor. ‘Cehennem iyi niyet taşlarıyla döşelidir’, demişler.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Ruslar Orta Asya, Fransızlar Afrika ve İngilizler de Hindistan Müslümanlarını Osmanlı ordularının karşısına savaşmak için getirirken, “Esir düşmüş Hilafeti kurtarmaya gidiyoruz” demişler. Bu gariban askerlerin çoğu savaştıkları cephelerde Osmanlı askerlerinin namaz kıldığını, cephede ezan okunduğunu görünce uyanıp saf değiştirmiş. Ruslar’ın Almanlara karşı savaştırdığı Orta Asya Müslümanlarından Almanlara esir düşenler de bir kampta toplanmış. O zaman müttefikimiz olan Almanya Osmanlı’dan yardım isteyerek bu esirlere durumu anlatacak bir ekip istemiş. İşte bu görev için seçilen heyette yer alanlardan biri olan Mehmet Akif, 1917 yılında Berlin’de iken, bir gün vakitsiz bir şekilde zafer çanları çalındığını duyar. Ve hemen Almanlara sorar, acaba hangi cephede zafer kazandık, diye. Alman subayı, “İngilizler Kudüs’e girdi, bu çanlar onun içindir”, der. Merhum Akif şaşırır. “Ama İngilizler ortak düşmanımız ve Kudüs’te bizim, onların zaferine siz neden seviniyorsunuz ki”, der. Alman subay cevaplar; “Evet şimdi İngilizlerle karşıt saflarda olabiliriz, ama orası Kudüs ve bu hesap başka”, der.
Zulme eşdeğer yalanlar
Evet, hesap aslında budur. Burjuvazinin iç çelişkileri, emperyalizmin sömürge savaşları, kapitalizmin şusu busu, derken, bir bakarsınız mesele İslam ve Müslümanlar olunca hesap başkalaşır ve davanın en dinsiz batılı nezdinde bile birden haçlı ruhu ve kiniyle sürdürülen tarihsel bir mesele olduğu anlaşılır. İngiliz finans kapitaliyle Fransız burjuvası ve Alman solunun en ilkel Rus faşistiyle veya Amerikan Siyonistiyle aynı safta aynı ağızla gün olur İran İslam devrimine karşı laik Saddamcı, gün olur Kemalist beyaz Türklerin yanında gerici-feodal Kürt düşmanı, ya da gavurlaşmış sosyalist Kürtün hamisi olarak Türk düşmanı, bazen laik ve çağdaş Türkün yanında başörtü düşmanı bazen Aryan-fars diplomasisi hayranı olarak köktendincilerin peşine takılıp ayaklanan(!)Suriye halkına karşı Esed’in hamisi olarak görürsünüz. Hesap da dava da Batı için açık ve nettir; Uygarlıklarına(!) karşı baş edemeyip hükmedemedikleri tek teo-politik direnç noktası İslam kalmıştır ve bu nedenle her yerde İslam’ın direnç damarını temsil eden ne varsa yok etmek hepsinin ortak derdidir.
Şimdilerde olan bitenin doğru kavranması için bu tarihsel gerçeklik asla unutulmamalıdır. 20. yüzyıl boyunca Kemalizm sayesinde Müslümanlığından utanan, İslaml’a bağını özenle gizleyerek var olmaya çalışan Batıcı-laikçi bir damarı sürekli destekleyerek ‘ılımlı İslam’-’gerici/terörist Müslüman ayrımını laikçi bir nüfus yaratarak egemen kılan güçler, bu tiyatronun sürdürülemez olduğunu anlayınca, biraz daha dindar bir profille Bahai-Mormon karakterli Anglofil bir cemaate yatırım yapıp, devletin yenilenmesini de bu maşaları vitrine koyarak kendi kontrollerinde gerçekleştirmek istediler. Ne var ki, projeleri akim kaldı ve tam anlamıyla suçüstü yakalandılar. Bu münafık tezgahın deşifre edilmesi sonrası yaşananlar, tam da M. Akif’in tanık olduğu ve Chicago Tribünün Yahudi yazarının itiraf ettiği gerçeği bir daha gösterdi; Batı Haçlı ruhuyla saldırmaya devam ediyor ve Müslüman dünyanın bir kısmı hala safdil ümitlerle onların ‘iyi yanlarına’ yalvararak oyalanmaya devam ediyor.
Ancak, Ak Parti mitinglerindeki güncel siyaset ötesi coşkunun da gösterdiği gibi, sıradan halk, milyonlarca insan yani gerçek millet, bunu anladığı, hissettiği ve doğru kavradığı için safını seçip oligarşinin ve şeytanların kucağında ahlak vazederek Erdoğan’ı yok etmeye çalışanlara prim vermiyor. Ve 90 yıldır bu fakir milletin sırtında kene gibi yaşayıp hırsızlığın en organize biçimleriyle çalan ama adı iş adamı olan namlı oligarklarla, bütün hayatları Nietsche’nin ifadesiyle ‘yanlış melodiyle dansetmekle’ geçmiş zavallı solcu faşistlerin, Kemalist şirretliğin en ilkel versiyonu olan ulu-solcuların, katil çetesi Nusayri rejimi yandaşı Rafızi Acem uşaklarının, dinsiz Türkçü ve Kürtçü primatların ve diğer bilumum millet düşmanı Haçlı işbirlikçilerinin aynı safa dizilip boş demagojilerle küresel haçlı seferine asker yazılması, hiçte şaşırtıcı değil artık. Laik-solcu-işbirlikçi dincilerden oluşan benzer bir cepheyi Irak, Afganistan işgallerinde bu ülkedeki benzer unsurlarda tanımış, Tunus, Mısır ve Suriye devrimlerinde de dikta ve darbe yanlısı çevrelerin karakterinden iyice öğrenmiştik zaten. Şimdi ülkemizde siyasi görünümlü bir hesaplaşmaymış gibi sunulan ama aslında bu derin tarihsel hesabın güncel versiyonu olan saldırı, Erdoğan şahsında tekrar ediliyor. Cezalandırılmak istenen ümmetin ve milletin dirilen ruhu, özgüveni ve direnç dinamiğidir ve meseleyi bu açıdan görmeyen her analiz eksik ve çarpıktır.
İnsanlığın tevhidi
Hukuk için söylenen ünlü bir özdeyişteki gibi, bazen ahlaki değerler de zayıfın takılıp kaldığı güçlünün delip geçtiği örümcek ağına benziyor. Yanı başınızda yüzbinlerce insanı katledip şehirleri yok eden bir diktatör dururken Erdoğan’a diktatör diyen, 90 yıldır Dersim’den Lice’ye kendi şehirlerini kendi insanını ABD-İsrail desteğiyle bombalayıp yüzbinlerce gencini işkencelerden geçiren, onbinlercesini katleden ırkçı faşist Kemalist düzen dururken Ak Parti hükümetine zalim diyen, anlı şanlı hırsız oligarkların sistematik devleti ve milleti soyma ekonomisi dururken üç beş sonradan görmenin ucuz şaibelerine hırsızlık diyen bir zihin, Irak’a bombalar yağarken CNN’de bir petrol batağına saplanmış karabatak kuşuna üzülen zihindir ve özünde Haçlılardan daha sinsi, daha kindar ve daha alçaktır. Çünkü Haçlılar, Siyonistler en azından suret-i haktan görünmez ama bu münafık zihinler sözümona insanlık değerleri ve bütün iyi şeyler adına konuşur, yargılar, savaşır! Şimdi Erdoğan’ı İsrail adına yıkma ihalesi için sokağa sürüp katlettirdikleri çocukların ölü bedenlerini kutsayıp timsah gözyaşları dökerek, gerçek zulümler karşısındaki suskunluk ve suç ortaklıklarını saklamaya, sahte ve alçak ruhlarıyla ‘iyi yanlarının’ olduğunu göstermeye çalışıyorlar.
İşte bu sahtekar unsurların doğru çözümlenmesi, meselenin derin teo-politik köklerini de ele vermektedir. Meselenin derinin de bu topraklara ruh veren bin yıllık tevhid akidesi ve İslam değerlerine olan pagan kin vardır. Bu kin her Haçlı seferi sırasında koruyucu kalkanını bulmuş küçük adam faşizminin şirret intikamcılığı olarak nükseder ve Haçlı ordularına gönüllü asker yazılır.
İslam, tevhid akidesi ve ahret inancıyla, ontolojik bir aydınlanma ve insanlaşma imkanıdır. Bu iman umdeleri, kozmik bütünlüğü ve zamanın sonsuz çevrimini kavrama fırsatı verir. En sıradan, en cahil, en alttaki bir insanın bile anlayarak hayata, evrene, tarihe insan gibi bakmasını sağlayacak kadar adil bir filozofya içeren bu itikat, pagan-putperest sapkınlığın insanı düşkünleştiren ve gerçeği eksik, fraktal, ama mantıklı-tutarlı bir pozitivist dizge içinde algılayarak tahakküm düzenlerinin teo-politik açıklamasını sunan ideoloji ve inanç biçimlerine karşı insan olma imkanı sunar. Bu anlamda tevhidi bilinci hayatlarında en az bir kez olsun yakalayamamış olanlar, gerçeğe eksik, parçalı veya şaşı bakarlar, dolayısıyla asla bütüncül, deruni ve evrensel düşünemezler. Modern putperestlik biçimleri olarak zihin kodlarında sosyalizm, milliyetçilik, pozitivizm, Kemalizm gibi Batılı sömürgeci paganizme ait dinlere ait yalanlar bulaşmış olanların hakikatle buluşma şansı çok düşüktür. Ruhu Batılı bir ideolojiyle kirlenmiş, hakikati ilahi olanın dışında aramaya koşullanmış bir zihnin iflah olması zordur. Bir Kemalist veya sosyalist, bir Türk veya Kürt milliyetçisi, yani gerçeğin birer yüzüne indirgenerek kutsanmış ‘aydınlık, akıl, bilim, tarih, etnos, eşitlik, özgürlük, halk’ vb. tanrılaştırılmış kavramlara tapan bir insanın bu taptıklarını da yaratan asıl bütünselliği yani Allahın külli varlığı, hakikatin bütüncül doğası veya hayatın afaki ve enfusi gerçekliğini kavrama düzeyi, çarpım tablosu seviyesinde matematik bilen birinin logaritma cetvelini kavrama düzeyiyle aynıdır. Ne var ki bu batıl tanrılar, inananlarına gerçeğin özünü kesin bir dille vazettikleri yalanına inandırdıkları için bu ideoloji sahiplerinin hepsinde tartışmasız bir kesin inanç ve gerçeği çözmüşlük kibri vardır. Bu nedenle bu dinsel dogma sahipleri bütün pagan inançlılar gibi müthiş bir özgüvene ve gerçek dindarlara karşı üstünlük psikolojisine sahiptir. Müslümanlara gerici, mürteci, örümcek kafalı, vb. diye aşağılayan dilin, İslam’a Haçlı ve Yahudi bakıştan izler taşımasının yanında bu üstünlük kuruntusunu da yansıttığı söylenebilir. Tabii ki bu ‘okumuş kibirli çocuklar’ her zaman sıradan ve cahil görüp aşağıladıkları milyonların basit, sade, ama derin reflekslerine neden yenildiklerini bir türlü anlayamazlar!

ahmetozcan1@yahoo.com
http://haber.stargazete.com/acikgorus/direnummet-direnmillet/haber-856368
Müritleri Haydar Baş'a baş kaldırdı...

[Sesonline] Bağımsız Türkiye Partisi (BTP)'nin Genel Başkanı Haydar Baş'ın mağdurları internette bir site açtı. İddialara göre, Haydar Baş'ın 3 asil, bir yedekten oluşan ve 'resmi nikahlı' olanın dışında, sayısı belli olmayan "eşleri" ve çocukları mevcut. Başka annelerden olma çocukları da 'resmi nikahlı' olanın üzerine kayıtlı. [Yalçın Ergündoğan'ın ÖZEL haberi...]










2005-04-24 


Haydar Baş'a baş kaldırarak, 'haydarbastarikati.com' adresinden yayın yapan bir web sitesi kuran ve kendilerini "Haydarzede" olarak tanımlayan ve grup, kendileriyle ilgili olarak yöneltilen "Biz Kimiz?" sorusunu şöyle yanıtlıyor: "Bizler, Hasan Songür ağabeyimiz gibi, Haydar Baş'ın müridi iken, tarikatten kopmuş ve kader birliği etmiş kimeleriz. Bizler; Haydar Baş ve yakınındaki insanlar tarafından mağdur edilmiş, dünyası ve ahireti perişan edilmiş, aldatılmış, sömürülüp bir kenara atılmış kimseleriz. Bizler, hür ve özgür iradelerimizle kendimize göre bir takım doğruları, insanlara anlatma niyeti ile bu çalışmayı ortaya koymuş, hiç bir yere bağlı olmayan bağımsız bireyleriz. Bizim gibi, "Haydarbaşzede" olmuş bütün mağdurları bize destek olmaya davet ediyoruz..."
Öte yandan, Profösörlüğünün de "sahte" olduğu iddia edilen Haydar Baş'la ilgili yorum ve bilgilerin yayınlanmakta olduğu site;
www.haydarbasharemi.org adını taşıyor. Daha önce açılan iki site ise, kimliği belirsiz kişi ya da kişilerce çökertilmiş...

EŞLERİNİN ve ÇOCUKLARININ SAYISI BELLİ DEĞİL

İddialara göre,Haydar Baş'ın 3 asil bir yedekten oluşan resmi nikahlı olanın dışında, sayısı belli olmayan
"eşleri" ve çocukları mevcut.
Sözkonusu internet sitesinde yayınlanan bilgi ve tanımlamalar şöyle: " Güzele güzel demezdi güzel kendinin olmayınca. Beğendiği güzel müridelerin kendisinin olması için bir yöntem bulmuştu. Şeriat, dört kadınla evlenmeye müsaade ediyordu. Onunda üç asil bir yedek olmak üzere dört karısı oluyordu hep. Gözüne yeni birini kestirince, yedeğe yar saçların lüle lüle diyordu..."

ŞEYH HAYDAR BAŞ, NASIL KANDIRIYORMUŞ?

Haydar Baş'ın kandırma yöntemleri ise, eski müridlerince şöyle açıklanıyor:
“Önce fiziksel bir yakınlık kurmalıyız ki, bu daha sonra manevi yakınlığa dönüşebilsin. Aramızda fiziksel yakınlığı kuramazsak, Allah'tan aldığım feyzi size ulaştıramam” diyor onlara. Tarikattaki kızlar, şeyh' efendi'yle evlenen bir kızı, kesinlikle cehennem ateşinin-yakmayacağına inanıyorlardı. Çünkü; 'Şeyhin kutsal tenine değen kadını, Allah cehenneminde yakmaya razı olmazmış!' "Bu adamın dördüncü karısı olmamı istediler" diye inleyen bir sesle, radyoyu arayan kız; "Zaten dört karısı var. Eğer ben kabul edersem dördüncü karısını boşayacakmış. Kabul etmezsem Allah'ın gazabına uğrarmışım. Ölürmüşüm. Böyle dedi o kadın. Korkuyorum. Okuluma da gidemiyordum artık. Bir kızcağıza diyeceksiniz ki, "Şeyhimin karısı olacaksın," kabul etmeyince de yüreğine ölüm korkusu salacaksınız. Bu türden tehditvari davranış kalıpları sergilemek, tarikat düzenini sürdürmekle görevli müridler için vakayı adiyeden değil miydi zaten. Bir kızcağızı gözünüze kestireceksiniz, onu hareminize kapatmak için dördüncü karınızı kapı dışarı edeceksiniz. Şeriat, dört karıya kadar müsaade ediyor ya... Şeyh şeriata karşı çıkmıyor aklınca... Şeriat karşısında boynu kıldan ince keyfince... Tabii ki şeyhin hanımlarının kimliklerini belirli kişiler dışında kimse bilmez. Bu kişiler, tarikatta dolaşıp dururlar ama şeyhin hanımları oldukları bilinmez. Şu anda Haydar Baş’ın 1 resmi, 4 İmam Nikahlı dört hanımı var. Kaç tanesini boşadığını Allah bilir. Bazı hanımlarının gerçek isimlerini kimse bilmez. Onlara kod adlar verir. Eğer şeyh onu boşarsa, ihtiyaçları karşılanır. Onun ihtiyaçlarını karşılayanlar da bunu neden yaptıklarını sormazlar..."

YARGITAY 15.DAİRE HAKİMİNİN KIZI

"Haydar Baş’ın imam nikahlı hanımlarından birisi Yargıtay’ın 15. Dairesi’ nin Üyesi olan İ. K.’ın kızı S. (1976). S. K., Haydar Baş’la arkadaşlarının kendisini tarikat evlerine götürmesiyle tanıştı. İstanbul’da üniversitede okuyordu. Kısa sürede mürit haline gelen S., daha sonra şeyhin kendisini beğenmesi üzerine bir anda kendisini 4. hanım olarak buluverdi..."

ŞEYHLİĞİ DE SAHTEYMİŞ

İddialara göre; Kadiri Şeyhi Hayri Baba’ nın 1979’da vefatından sonra, 12 Eylül 1980 Harekatının akabinde Kadiri Tarikatı’ndan Şeyhliğini ilan eden 8 kişiden biri olmuş. 1979’ da Kadiri Şeyhi Hayri Baba vefat etmiş. Kendisine bağlı gençleri cenaze evine göndererek şeyhin cenazesini gasp ettirmiş ve Haydar Baş’ın evine, Trabzon Akçaabat’a getirilmiş. O da şeyhinin cesedini evinin yakınlarında bir yere defnettirmiş. Bunu da eski şeyhin, şeyhliği kendisine bırakmış olduğunun delili olarak gösteregelmiş. Haydar Baş;1947 yılında, Trabzon Akçaabat’ta doğmuş. İlk, orta, lise eğitimini Trabzon’da tamamlamış.
1970 yılında, Kayseri Erciyes Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olmuş. 1995 yılında, Yüksek Lisans, Doktora, Doçentlik ve Profesörlük ünvanlarının hepsini Azerbaycan Bakü Devlet Ünviversitesi’nden almış. Halen, 2001 tarihinde kurulan "Bağımsız Türkiye Partisi"nin Genel Başkanı. Katıldığı ik seçimde aldığı oy oranı binde 48...

PROFESÖRLÜĞÜ DE SAHTE

İçişleri Bakanlığı, Başbakanlığın onayı ile Haydar Baş’ın profesör unvanı kullanmasıyla ilgili olarak inceleme yaptı. İncelemenin ardından YÖK’e gönderilen raporda, konunun 2547 sayılı yasanın 28 ve 29. maddelerine aykırı olduğu belirtilerek, şu görüşlere yer verildi:
"1995 yılında Azerbaycan’dan Haydar Baş’a ‘Profesör Elmi adı verilmiştir’ dendiği ancak bu belgenin içeriğinin anlaşılamadığı, Haydar Baş’ın Resmi Gazete’de Prof. Dr. unvanıyla Orman Bakanlığı Müşavirliği’ne atandığı, bakanlığa verdiği dilekçelerde bu unvanı kullandığı; Yeni Mesaj gazetesinin başyazarı olarak aynı unvanı kullandığı incelendi. Ayrıca Baş’ın Prof. Dr. unvanıyla 10 kitap yazdığı, kitap satışlarının İlmi Araştırmalar Vakfı tarafından ya da elden yapıldığı anlaşıldı. Baş’ın yine aynı unvanla Mesaj ve Meltem TV’lerde program yaptığı incelendi. Haydar Baş’ın Türkiye’de ve dış ülkelerde bir akademik kariyeri kazanmadan "Prof. Dr." unvanını her yerde ve her alanda kullandığı incelendiğinden 2547 sayılı kanunun 28 ve 29. maddeleri uyarınca YÖK Başkanlığı’nca ve Cumhuriyet Başsavcılığı’nca değerlendirilmesi gerektiği sonuç ve kanaatine varılmıştır."

'TRABZON OLAYLARI'NDAKİ TAHRİKLERLE İLGİLİ ALİ BAYRAMOĞLU'NUN YORUMU...

" Örneğin "TAYAD'lıların dağıttığı bildiri öncesi Trabzon'daki yerel Kasırga televizyonunun üç kez alt yazı geçerek bayrak yakıldığını, PKK bayrağı açıldığını kamuoyuna duyurmasını" nasıl açıklıyor Trabzon Valisi? Daha olaylar başlamadan önce Trabzon'un kimi çevre ilçelerinden gelen, bayrağı kim yaktı telefonlarını nasıl izah ediyor?
Trabzonlular bilir... Kasırga TV daha önce önceden Kadırga TV adını taşırdı. Kadırga TV, MGK'nın bir dönem devşirdiğini açıkladığı, özellikle Trabzon bölgesinde yapılan her toplantıda, benim de birkaç kez şahit olduğum üzere provokasyon yapmayı adet haline getirmiş, bir dini cemaatin, Haydar Baş'ın televizyonuydu..." (12 Nisan 2005 tarihli Yeni Şafak gazetesi "Tahrik ve tahrikçiler" başlıklı yazı)

ESKİ MÜRİDİNDEN BİR KİTAP:"ALLAH RIZASI ANONİM ŞİRKETİ"

Hasan Songür dokuz yıl boyunca Kadiri tarikatında Haydar Baş'ın müridi oldu. Tarikatın dergi, gazete ve televizyonlarında çalıştı. Sonunda
sömürüldüğünü, aldatıldığını düşündü. Ayrılmaya karar verdi. Yaşadıkları,gördükleri, duydukları hakkında yüzlerce sayfa not aldı. Ve sonunda kendi
imkanlarıyla bir kitap çıkardı: "ALLAH RIZASI ANONİM AŞ."...

HAYDAR BAŞ'IN KONTROLÜNDEKİ ŞİRKETLER

SENTEKS A.Ş., BAŞÇELİK, ÖZEL MELTEM HASTANELERİ, ÖZEL MELTEM OKULLARI, MELPA A.Ş’den oluşan şirketler,
Meltem TV ve Yeni Mesaj Gazetesi...


HABER: Yalçın Ergündoğan


SESONLINE
Serdar Demirel / Yeni Akit

Lider miti

16 Mart 2014
Serdar Demirel / Yeni Akit


Bazı cemaat müntesiplerinin idrak dünyasında hakiki mürşitle mitleşmiş mürşit yer değiştirmiştir. Bu algıda hakikat nerede başlar nerede biter bulanıklaşmıştır. Çünkü tarihî insanî kişilik tarih üstüne, real olan sürreale evrilmiştir. Lidere dair önkabuller kaynaklardaki peygamber öğretisini bile gölgede bırakacak keyfiyettedir.

Bir tahmin yürütmediğimi söylemeliyim. Şahsi tanıklığıma dayanan acı gerçeklerden bahsediyorum.
Bu olgunun sadece Müslüman kültür havzasına ait bir sapma olmadığını da bilelim. Bunun çok ötesi Hint, Budist veya Ehli Kitap din kültür havzalarında fazlasıyla mevcuttur. Batılı uzmanlar hurafe lider, aziz ve azizelerin menkıbelerini anlatan kitap literatürüne “Hagiography” diyorlar.
Hagiography’nin karşısında ise biyografi literatürü yer alır. Biyografi literatürü bizde daha çok rical ilmi, tabakat disiplinleri olarak karşımıza çıkar. Bu sahalar tarihsel kişilikleri ele alır, onları tanıtır. Ötekisi ise insan üstü güçlere sahip, ilmi kesbi olmaktan çok vehbi olan, mucizeler gösteren kutsal kişileri...

Bu kutsal kişiler hayatlarına normal fani bir insan olarak başlarlar. Sonra ağır ağır bu gerçek kişiliğin etrafında mitten bir duvar örülmeye başlanır. Bazen müritler bunu yapar, bazen de lider kendisi bu algıyı dolaylı ya da direkt besler.

Bizde mucize, keramet olarak karşımıza çıkar. Keramet elbette vardır. Ama kerameti kendinden ve müritlerinden menkul kişilerin haddi hesabı yoktur. Kerametle mucize arasında mahiyet farkının olmadığını hatırlatalım. İkisi de olağanüstü, insan gücünü aşan kaynağı ilahî olan olaylardır. Mucizenin kerametten farkı, peygamber elinde peygamberliğin delili olarak zuhur etmesidir. Bir de tahaddi (inanmayanlara aynısını getirmeleri çağrısı) ile..

Bizdeki lider kültü iddiasını dinî kültür havzamızdaki keramet kabulümüzle meşrulaştırırlar. Ve bu zeminde tarihsel hakiki kişilikler kolayca mitleşir.

Bakın piyasaya, meşrep ve yöntem olarak taban tabana zıt olan kimi cemaatler liderlerinin kerametlerini sayıp bitiremezler. Oysa birinin kara dediğine diğeri ak diyor,  ama buna rağmen ikisi de keramet sahibi olabiliyor! Bunlar arasından gâvurla iş tutanı da çıkıyor ama Allah (c.c) haşa ona da kerametler ihsan edebiliyor!

Sözümüz elbette şeriat ölçüleri içinde kalan peygamber varisi hakiki din ulemâsını kapsamaz. Anlatmak istediğimiz, lider tasavvurumuzun sahih olması gerektiğidir. Hz. Peygamber’i (sas) bile aşan süper güçlerle donatılmış cemaat önderlerinden, O’ndan daha fazla dindarlık tezahürlerine sahip hurafe kişiliklerden arınmamıza dairdir.

Lider kültünü aşmak için hurafe kişilikleri kazıyıp altındaki gerçek kişiliğe ulaşmalıyız. Biyografisi hagiography ile boyanmış liderleri, fani insanların bulunduğu dünya katmanına çekmeliyiz.
Kimleri mi kastediyoruz? Arkasını da görebilen, müridinin kalbini okuyabilen, kendisini başka bir şehirde ve hatta kendisini yardıma çağıran kişinin yardımına paralel olmayan zaman dilimlerinden gelebilen, Allah’ın kendilerinde tecelli ettiğini söyleyen, kimi zaman mehdi, kimi zaman da mesih mertebesine çıkan, bazen Allah’la konuşan, sık sık peygamberle istişare eden türden iddia sahiplerini..

Biyografiyi hagiography ile boyamanın temeli, bir lider ne kadar insan üstü hurafe kişilikle resmedilirse bağlılarının itaatinin de o kadar artacağı varsayımına dayanır.

Kimilerine hakiki olan, ilim ve takva ehli, vizyon ve istikamet sahibi liderler yetmiyor nedense. İlla da uçan kaçan, zamanlar ve mekânlar arası geçiş yapabilen insan üstü güçlere sahip hayalî liderler lâzım!..

Sanmayın bu sadece eğitim düzeyi düşük kişiler arasında böyle. Modern rasyonel paradigmanın hakim olduğu eğitim kurumlarından yetişen üniversite mezunu ve hatta üniversite profesörlerinde bile görebilirsiniz bu tür arızalı durumları.

Dogma dediğimiz şey, o şey neyse artık, akıl süzgecinden geçirmeden kabullenmektir. Burada ne akıl ne de nassların süzgecinden geçirmek vardır. Oysa en büyük keramet istikamettir. En büyük mertebe de kulluk mertebesidir...
Tayland'dan sonra Malezya'da da gizemli Türkler!

Tayland'da dün gizli bir kampta Türk olduğu iddia edilen 220 mültecinin yakalanmasının ardından Malezya'nın kuzeyinde de yasa dışı yollardan ülkeye girmeye çalışan ve Türk olduğu iddia edilen 62 kişinin gözaltına alındığı bildirildi.
Tayland'dan sonra Malezya'da da gizemli Türkler!
14 Mart 2014
AA
Malezya Genel Operasyonlar Gücü komiseri, basına yaptığı açıklamada, Türk olduğu ileri sürülen kişilerin dün sabah Malezya-Tayland sınırında yakalandığını, bu kişilerin 23'ünü yaşları 19 ila 23 olan erkeklerin, 15'ini 25 ila 40 yaşlarındaki kadınların ve 24'ünü 5 ila 11 yaşlarındaki çocukların oluşturduğu belirtildi.

Yakalanan kişilerin kimlik veya geçerli bir seyahat belgesi taşımadığı kaydedildi.

Malezya'nın The Star gazetesinin haberinde, gözaltına alınan mültecilerden İngilizce konuşabilen birinin sorgusu sırasında grubun büyük bölümünün aile üyeleri ve Ankara'dan gelen arkadaşları olduğunu söylediği belirtildi. Türk olduğu iddia edilen kişilere yemek verildikten sonra Göç Dairesi'ne nakledildikleri kaydedildi.

Bu arada, Malezya'nın başkenti Kuala Lumpur'da da polis takibi sırasında durdurulan bir araçta beşi çocuk 12 göçmen yakaladığı bildirildi. Bu göçmenlerin de Türk olduğu iddia edildi.

Olayın 12 Mart'ta meydana geldiği, Tayland plakalı aşırı yüklü bir aracın "dur" ihtarına rağmen yoluna devam ettiği ve park halindeki iki araca çarptığı kaydedildi. Olayda 32 yaşındaki Malezyalı sürücünün tutuklandığı, kimlik taşımayan araçtaki yabancıların Türk oldukları öne sürüldü.
Emekli emniyet müdüründen şok cemaat iddiası

Mehmet Ali Önel yönetimindeki "60 DAKİKA" programına Emekli Ankara Emniyet Müdürü Cevdet Saral konuk oldu. Paralel devlet yapılanmasını 1999'da ilk kez resmi kayıtlara geçiren Saral, hazırladığı raporda cemaatin yapısını, amacını tek tek açıklamış, tehlikeye dikkat çekmişti. Ardından tüm ekibi tasfiye olmuş ve tele kulak suçlamalarıyla karşı karşıya kalmıştı. Eski Ankara Emniyet Müdürü Saral, o dönem yaşananları ve 17 Aralık operasyonları ile gün yüzüne çıkan paralel yapıyı 60 Dakika programında değerlendirdi. Saral, programda devlet içine sinsice sızdığını söylediği paralel yapı ile ilgili şok açıklamalarda bulundu…22 Ocak 2014Emekli emniyet müdüründen şok cemaat iddiası
"Aslında Cemaatin bütün faaliyetleri ortadaydı. Ancak bu faaliyetlerin arka planında ne var? Biz raporumuzda işte bunları ele aldık. İncelediğimiz zaman kendilerinin kitapları var aslında oralarda niyetlerini ele veriyorlardı. O kitaplarda, kelimelerin arasına sıkıştırılmış devletin içine nasıl sızıp ele geçirileceği sorusunun cevabı vardı. Ayrıca 1999 yılında yayınlanan kasetler var; orada da devletin nasıl ele geçirilmek istendiği açıkça konuşuluyordu.

SARAL: RAPORUMUZ DİKKATE ALINSAYDI DEVLETİ ELE GEÇİREMEZLERDİ!

Devlet içindeki paralel yapıyı 1999 yılında hazırladıkları raporla ortaya koyduklarını belirten Cevdet Saral, raporun o dönem gerekli etkiyi yaratmadığını belirtti. Saral sözlerine şöyle devam etti.

"1980'den itibaren polis akademileri Cemaatin kontrolüne girmeye başladı. Şimdi ise oralardaki varlıkları daha da yoğun. Şuan ki mahiyetini tam olarak tarif bile edemem.
O dönem hazırladığımız raporu siyasi mekanizmada sonuca kavuşturamadık. Gerekli algıyı oluşturamadık. Biz o dönemde devleti ele geçirme konusuna dikkat çektik. Raporumuzda da belirttik. Bir cemaat önderinin sözleri açıkça parelel yapıya işaret ediyordu. Biz o dönem isim olarak parelel yapı demedik ama oluşan tehlikeyi gördük ve raporumuzda açıkça ortaya koyduk. Eğer bizim raporumuz dikkate alınsaydı olaylar kesinlikle bu noktaya gelmezdi.

"RAPORDAN SONRA BİZİ İTİBARSIZLAŞTIRMAYA ÇALIŞTILAR"

Saral "Biz o raporu yazdığımız için çok büyük sorgulamalar yaşadık. Bir takım dizilerde bize ait roller biçilerek kötü adam ilan edildik. Bir takım gazeteler bizi halen daha 28 Şubatçı ilan ediyorlar.

1999'daki raporumuzdan sonra cemaat bizim yok edilmemizle birlikte rahatlayıp kendini devlet yerine koyma aşamasına geldi. Şimdiki yaşanılan süreçte ilk defa cemaat devlet yönetiminde ciddi bir karşı duruşla ve bir irade ile karşı karşıya kaldı. Bilinmelidir ki, yargı mekanizması şöhret sevdalısı kişilerle yürütülmez." Şeklinde konuştu.

'CEMAAT'İN NEW AGE MODELİ MİSTİK BİR YAPISI VAR'

Gülen Cemaatinin organizasyon şemasını 'NEW Age Modeli' olarak tanımlayan Saral:Dünya yeni 'dünya düzeni' altında yeni bir yapılanmaya doğru gidiyor. Projesinin hedefi milli kimlikli devletleri tasfiye ederek yerine yeni modele uygun devlet modelleri oluşturmak. Bu algı Amerikanın yürüttüğü bir projedir.Amaç bu projeye ters düşmeyecek,düşünce üretmekten uzak gelecekte oluşturulacak küresel düzenin ahengini bozmayacak insan tipi yetiştirmektir. Yeni dünya düzeninin en temel sacayağı okul, öğretmen ve öğrencidir.bu yapı bu insan tipini yetiştirmek ve hazırlanmak üzere kurgulanmış bir yapıdır. Bu model toplumu geleneksel din anlayışının başkalaştırılıp onun yerine yeni dünya düzeninin din anlayışına uygun bir din hedeflenmektedir. Buna batıda yaygın olan New age türü mistik bir din anlayışıdır. Bunun siyasal ve yönetimsel çok sakıncaları olacaktır. İşte bu tehlikenin altını ben kitabımda da çizdim. İşte devlet içindeki katı kadrolaşmaya sebebiyet verecek bir anlayışın ürünü işte buralardan tezahürü edip devlet kadrolarına giriyor. Kendinden olmayanlar hayat hakkı tanımayan bu yapı bugünkü paralel yapı olarak adlandırılan durumdur. Bu çok tehlikeli bir yapıdır. Devlet kadrolarına giren ve bugün adına parelel devlet denen katı bir yapılaşmadır. Başkalarına da hayat hakkı tanımayan bir oluşumdur. Belki de bu yapı böyle devam eder ve ciddi manada mücadele edilmez ise ilerleyen süreçte. Paralel olmakla kalmayıp devletin bütününü ele geçirir. İşte devlet ciddi bir reaksiyonla şuanda karşı karşıya kaldı. Şeklinde açıklamalarda bulundu…
Ahmet Keleş: Cemaat'in amacı devleti ele geçirmek
 
 
Gülen Hareketi'ne 25 yıl hizmet eden Prof. Dr. Ahmet Keleş paralel yapıyı STAR'a anlattı.
Ahmet Keleş: Cemaat'in amacı devleti ele geçirmek
17 Mart 2014
Haber Merkezi
‘Fethullah Gülen Cemaati’nde 25 yıl görev alan Prof. Dr. Ahmet Keleş, paralel yapının piramidini STAR’a anlattı. 5’inci kata kadar çıkan Keleş, cemaatin 1, 2 ve 3’üncü katmanının halk tabakası olduğunu, öğrenciler ve öğretmenlerin oluşturduğunu söyledi.
Prof. Keleş, “4. kat ara kattır. 5, 6 ve 7. katmanlar ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. 6. katta Hocaefendi’nin bildiği ve takip ettiği ‘hayati hizmetler’ yürütülür. Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir tabaka. Bugünkü sorunların nedeni 5. katın abileridir” dedi.
Askeri vesayetin kaldırılmasından sonra kendi vesayetini kurmaya kalkışan paralel yapının gizli yönetim piramiti deşifre oldu. Fethullah Hoca Arşı dışında 7 katmandan oluşan paralel örgütün 5’inci katmanına kadar yükselen ve karanlık yapıya 25 yıl hizmet veren Dicle Üniversitesi’ndoen  Prof. Dr. Ahmet Keleş, Fethullah Gülen Cemaati’nin bilinmeyenlerini tüm çıplaklığıyla STAR’a anlattı.
Orta Anadolu Bölgesi’nde 1976 yılında ilk hizmet evini açanlardan biri olan Prof. Keleş, örgütün yönetim şemasını açıkladı: “Piramidin temelini halk tabakası oluşturur. İkinci ve üçüncü katta öğrenciler ve öğretmenler yani hizmet mensupları yer alır. Dördüncü tabaka ara kattır. Hem alt hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci katlar hocaefendinin de içinde olduğu ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç tabakanın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.”
Prof. Keleş, devletin tüm kurumlarında kadrolaşmayı başaran bu yapı dışındakilerin bu durumu kolay kolay anlayamayacağını belirtti.  Hedefe ulaşmak için Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittiklerini söyleyen Prof. Keleş “Net ve açık söylüyorum. Bu hareket sadece ve sadece devleti ele geçirmek için var oldu ve çalıştı” dedi.
Fethullah Gülen’in dinle değil örgüt kurmakla uğraştığının altını çizen Prof. Keleş “O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı” dedi. Oluşturulan hizmet algısı ile her türlü şantajın, kumpasın caiz hale getirildiğini anlatan Keleş, Gülen’in sürekli beddua ettiğini belirtti. Fethullah Hoca’nın kendisini gelmiş geçmiş en büyük Veli, Fatih olarak gördüğünü de kaydeden Keleş “O tüm dünyayı fetheden ilk ve son Fatih olmaya kendisini inandırmıştı” dedi.
-Cemaatle nasıl tanıştınız?
Hizmet serüvenim 1973 yılında başladı ve 1998 yılında sonlandı. Ben kavram  karmaşasına uğrayıp, anlaşılamama sorunu yaşamak istemiyorum. İlk kavram “Hocaefendi”. Benim kullanımımda bir övgü ya da imalı bir tahkir söz konusu değil. Tıpkı bir özel isimmiş gibi kullanacağım. Ali, Veli vs. gibi... Diğeri “Cemaat” sözcüğü. Bu sözcük ile şu anlamı kastediyorum: Yedi katmanlı bir piramitten oluşan bir yapının, en temelini ve esasını oluşturan halk tabakasını, öğrenciler ve öğretmenler gibi birinci, ikinci ve üçüncü tabakada yer alan hizmet mensuplarını kastediyorum. Çünkü dördüncü kat ara kattır. Hem alta hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci kat, Hocaefendi’nin kendi katı, tabir yerindeyse onun Arşı, bu katlar artık kelimenin tam anlamıyla bir “örgüt ve teşkilat” katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç katın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.
Alt tabaka ile üst kattakilerin niyeti aynı değil

-Hizmet hareketi denince bizler neyi anlamalıyız?
“Hizmet” dediğimde piramidin ilk üç katında yer alanların yaptıkları faaliyetleri kastediyorum. Bunlar, gerçekten Dinî, Ahlâki bir eğitim hizmeti vermektedirler. Yukarıdaki son üç kat ise bu ilk üç katın oluşturduğu toplumsal kabul ve değeri kendi “Örgütsel” hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmaktadırlar. Yani, alttakilerin niyeti ile üsttekilerin niyeti aynı değil. Bu büyük zıtlığı kamufle eden ve görünmemesini, anlaşılmamasını sağlayan figür ise Hocaefendi’dir. İşte bu iki zıt durumu birden temsil ettiği içindir ki ciddi çelişkiler sergilemekten kurtulamıyor. “Bu ne, bu ne” diye insanı hayrette bırakan halleri, sözleri ve davranışlarının nedeni bu zıtları temsilden kaynaklanmaktadır.
Bu arada şunu da belirtmeliyim, ben aidiyet olarak hep zemin kata, halka mensup oldum ama beşinci kata kadar da yükselme imkânı buldum. Hazır bu kat meselesine girmişken bir hususu daha açıklığa kavuşturmakta yarar görüyorum. Beşinci kat, yurtiçi ve yurtdışı tüm hizmetlerin yürütüldüğü konuşulduğu ana meclisi oluştururdu. Hizmetin her meselesi burada ele alınır, müzakere edilir, karara bağlanır ve uygulama startı verilirdi. Altıncı kat ise, sadece Hocaefendinin bildiği ve takip ettiği “hayati hizmetlerin” yürütüldüğü kattı. Tabiri caiz ise Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir kattı. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunların failleri ve yürütücüleri bu katın mensuplarıdır. Bunlar da beşinci katın abileridir.
Bu mukaddime ve kavramsal girişten sonra, asıl konuya geçebilirim. Ancak ben yine yüksek hoşgörülerinize sığınarak, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım bir arka plandan bahsetmek istiyorum.
-Nasıl oluyor da ülkemizde bu tür faaliyetler bu kadar taban ve destek buluyor?
Bence asıl görmemiz geren nokta burasıdır. Çünkü bu nokta, ülkemizin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu çok önemli bir hususu gözden kaçırdı. O da bu topraklarda yaşayan insanların bin yıldan fazla bir dini geçmişi ve Müslüman kimliğinin olması gerçeği idi. Bu kimliği birden bire yok saymak veya yok edileceğini düşünmek, tıpkı bir fabrikada seri üretim yapıyor gibi toplumu modernleştirmeye kalkışmak son derece yanlıştı. Az sayıdaki elit tabaka hariç, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkenin büyük bir kısmında “Din elden gidiyor” algısı oluştu. Din elden gidiyorsa bu dine sahip çıkıp onun elden gitmemesini sağlayacak dini liderler mutlaka çıkacaktır. Siz böyle bir boşluk ve talep oluşturursanız bu boşluğu mutlaka birileri doldurur ve bu talebe arz eden de bulunur. Hele de bu toplumun kültürel belleğinde “Mehdi”, “Mesih”, “Müceddit” ve “Asrın İmamı” vs. gibi pek çok kurtarıcı figür varsa... Bu ünvan ile ortaya atılan herkesin oldukça büyük destek ve taraftar bulması kaçınılmazdır. Nitekim karşı karşıya olduğumuz durum tam da budur.
Bir hiç iken kutsal bir davanın neferi olduk
-Siz nasıl bir davet karşılığında cemaate katıldınız?
Benim gibi bir Anadolu köylüsü, kendisini dışlanmış hisseden önemsiz gören biri, birden bire “dini kurtarma davasına gönüllü olma” gibi bir davet alırsa, bu davete hayır deme şansı yoktur. Nitekim ben de diyemedim. İşte toplumun bir kurtarıcı beklediği yıllarda Bediüzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar gibi dini önderler bu beklentileri karşılayıp önemli bir altyapı kurdular. Tam da Hocaefendi gibi yeteneklerin, hatiplerin değerlendireceği, istedikleri gibi ekip biçebilecekleri bir zemin... Hocaefendi bu zeminden en iyi mahsulü kaldırmaya soyundu ve bunu da fevkalade başardı. İnsanlara; “Ey insanlar, gelin, sizi ümit ettiğiniz yere götürecek kurtarıcı benim, binin benim gemime sizi Hz. Muhammed limanına taşıyacağım. Acele edin vaktimiz dardır”, diye cami kürsülerinden 1970’lerde seslenmeye başladığında benim gibi Anadolu’nun gençleri koşarak gitti ve “Emret hocam hizmetindeyiz” dedi. Önce bu tarihsel koşulu görmemiz gerekir. Yoksa durup dururken insanlar bu dini cemaatlere katılıp onların peşinden gitmiyorlar. Orada büyük bir manevi değer ve anlam buldukları gibi, kendileri de aynı anda bir anlam ve değer kazanıyorlar. Bir hiç iken, birden bire kutsal bir davanın büyük bir eri haline geliyorlar. Bu azımsanacak ve kaçırılacak bir paye değildir.
Biz de kaçırmadık...
Darbe girişimini bizzat Gülen yürütüyor
-Gülen ile nasıl tanıştınız?
Ben, Hocaefendi’yi 1970 yılında tanıyıp, ardından birkaç yıl yaz kamplarına katılıp Orta Anadolu’da, 1976 yılında ilk hizmet evini açan kişiyim. 1998 yılında ise 28 Şubat süreciyle başlayan gelişmeler ile daha önceden dolmaya başlayan bardağımın taşması sonucu hizmetteki beraberliğime son verdim. Benim gibi bu yapıya içerden bakamayan, bakmaktan da öte bizzat o yapıyla bütünleşmeyen hiç kimse onu tanımlayamaz ve tam olarak anlayamaz. Bugün ülkemizde yaşanan kafa karışıklığı da bundan kaynaklanıyor. Bu yapı, sosyolojik kurallar ve kalıplar ile anlaşılmayı fazlasıyla aşan bir derinliğe, gizliliğe ve örgütlenme ağına sahiptir. İlginçtir, hizmetten kopuşumda büyük payı olan en önemli olay Hocaefendi’nin 28 Şubat’ta rahmetli Erbakan aleyhine yürüttüğü politika olmuştu. Bugün ki konuşmam da Başbakanımızın hükümetten düşürülmesine yönelik Hocaefendi’nin bizzat yürüttüğünde hiç kuşkum olmayan darbe girişimidir.
Kendini dünyayı fetheden ilk ve son fatih sanıyor


-Hareketin amacı tam nedir?
Hocaefendi, kendisinin Üstad Bediüzzaman’dan sonraki görevli olduğunu, aynı zamanda kıyamete kadar kendisinden sonra da kimlerin görevli olacağını bildiğini, gözünü yumsa bunları bir bir sayacağını sıklıkla söylerdi. Hatta askerliği sırasında bir ara kendisine “Gayb” perdesinin açılıp kıyamete kadar nelerin olacağının gösterildiğini, bugüne kadar o gün gördüklerinden farklı bir gelişmeye şahit olmadığını da söylerdi. Kısaca “GÖREVLİ” olduğuna hem kendi hem de biz inanıyorduk. Ancak ona yakınlaştıkça fark ettim ki, Hocaefendi sadece görevli olduğuna değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük Veli, en büyük Fatih ve en büyük Devlet Adamı olacağına da inanıyordu. Tüm planını ve stratejisini de ona göre kuruyordu. O tüm dünyayı fetheden ilk ve son FATİH olmaya kendisini inandırmıştı.
-Cemaat ne zaman dünyaya açıldı?
80 ihtilalından sonra hizmet sadece öğrenci evi ve yurt açmayı bırakıp, resmi dershaneler ve okullar açmaya da başlayınca Hocaefendi bize; “Görüyor musunuz, Allah şer sandığımız şeyle bize nasıl farklı alanlarda hizmet imkânı açtı” derdi. Nihayet 90’lı yılların başında Rusya dağılınca rahmetli Özal’ın da büyük teşvikiyle Orta Asya’ya gidildi ve orada okullar açıldı. Hocaefendi dünyayı fethetmeye doğru önündeki engellerin bir bir kalktığını, açılan okullar sayesinde Rusya’yı fethettiği gibi bir gün Amerika’yı da fethedeceğini söylüyordu. Tabii kendisi Amerika’ya gidince konuşmalardan bu sözleri çıkarılıp sansür edildi. İlk Amerika’ya gittiği sıralarda cemaatin ilahiyatçı ağabeyleri, hadislerde geçen Kisra’nın “Beyaz Evi” olarak zikredilen İran sarayının Müslümanlar tarafından kıyametten önce mutlaka fethedileceğine dair haberleri Hocaefendi’nin “Beyaz Sarayı” fethetmesine bir işaret olarak yorumladılar. Cemaat artık Fetullah Hoca’yı, Amerika’dan tüm dünyayı fethetmeye giden Müslüman lider olarak algılıyordu.
-Bu bir hayal ve ütopya mıydı?
Bu bir hayal falan değildi. Bu inanılan ve uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayan bir idealdi.Tüm hizmet tam da bu hedefe uygun olarak dizayn ediliyordu. Akıl almaz bir organizasyon vardı. Devletin bile tutamayacağı istatistikler tutuluyordu. Her yılın hizmet planı stratejik olarak planlanıyor, insan gücü, finansman desteği, siyasi destek vs. her şey inceden inceye planlanıyordu. Bu hareket eşi benzeri görülmemiş bir örgütlenme disiplinine ve düzenine sahiptir. Hedefe ulaşmak için tüm Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittik. Bu hareket başka birşey için değil sadece ve sadece devleti ele geçirmek için varoldu ve çalıştı. Öyle hassas bir şekilde çalışıldı ki mesela, bu yıl kaç öğrenci evi açılacak, kaç yurt, kaç dershane, kaç okul ve diğer tüm hizmet alanları tek tek belirleniyordu. Ardından da öğrenciler hizmette duyulan ihtiyaç alanlarına göre üniversitelerde bölümlere yönlendiriliyordu. Ne kadar hukukçuya, öğretmene, doktora vs. ihtiyaç var ona göre başarılı öğrenciler üniversitelere yerleştiriliyordu. İşte bu sistemli çalışma doğru sonuçlar veriyor ve hizmet inanılmaz şekilde büyüyordu. Yurt genelinde ilgilenilen öğrencilere Hocaefendi’ye bağlılık derecesinin ölçüldüğü puanlar verilirdi ve buna biz “beşlik sistem” diyorduk. Hocaefendi hocalıkla, din adamlığıyla değil örgüt  kurmak ve planlamakla uğraşırdı. O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı.
Dine değil Hocaefendi’nin kaprislerine hizmet etmişiz
-Taban bunu nasıl görüyor?
Cemaat tabanında başından beri bir devlet düşmanlığı, ülkeyi yönetenlerin   İslam düşmanı olduğuna ilişkin oluşturulmuş bir ön yargı ve ön kabul olduğu için, bu devleti ele geçirmek, onun içinde örgütlenmek kötü bir şey değil tam aksine harika bir şeydi. Biz din iman adına bir şeyler yaptığımızı sanıyorduk. Meğer yaptığımız şey, Hocaefendi’nin hırsına ve kaprislerine hizmet ve tam tersine İslam’ı ve Müslümanları dünya tarihinden silmek isteyen ne kadar şer güç varsa onların planlarına hizmet edip ondan bir parça haline geliyormuşuz.
Toplanan himmetlerin yüzde 15’i hoca’nın kasasına teslim edilir
-Para kaynağını nasıl açıklarsınız?
Bu beslenmiş ve güçlendirilmiş inanç nedeniyledir ki Hocaefendi cemaate; “Bize bir gazete lazım” deyince gerekli finans anında sağlanıyordu. Samanyolu televizyonunun açılması için yurt genelinden özel kampanya ile yardım toplamıştık. Sadece benim görev yaptığım bölgeden 80 kilo altın sadece hanım kardeşlerimizin ziynet eşyalarından toplanmıştı. Nakit paralar hariç... Gerisini siz düşünün...
Her vilayette kazalar da dâhil “Himmet” denilen yardım toplantıları olurdu. İnsanlar yıllık taahhütlerde bulunurlardı ve bu taahhütlerini bir yıl boyu öderlerdi. Memurlar için maaşlarının asgari yüzde 10’u istenirdi. Esnaflar zekatları da dâhil olmak üzere kazançlarının büyük bir kısmını verirlerdi. Tüm ülkede toplanan bu yardımların yüzde 15’i örtülü ödenek olarak nakde çevrilip Hocaefendi’nin özel kasasına teslim edilirdi. İşte Hocaefendi hediye ettiği altın saatleri, değerli tespihleri vs. hep bu paradan harcar. Tabii Amerika’daki seçim yardımlarını da... Miktarını sadece Hocaefendi bilir. İnsanlar bindikleri mütevazı arabalarını satıp himmet borçlarını ödediler. Oturdukları gecekondularının tapularını bağışladılar...  Dünya tarihi böyle bir fedakârlığa, Asr-ı Saadet hariç başka hiçbir devirde şahit olmamıştır.
-Peki, bu nasıl mümkün oldu?
Hepimizin büyük katkıları ve tabii başta da Hocaefendi’nin vaaz ve nasihatleri sayesinde oldu. Böylece cemaatte öyle bir “Hizmet” algısı oluşturuldu ki, bu bir iman idi. Cemaat için artık “Hizmet” dendi mi akan sular duruyordu. Hizmet için ver dendi mi veriyorsunuz. Öl dendi mi ölüyorsunuz. Öyle güce sahip olmuştu ki, önüne Hizmet eklediğiniz her şey anında caiz hale geliyordu. “Hizmet” de ne istersen yap! Evet, işte bugün bu inanılmaz ve akıl almaz şeyler böyle oluyor.  Amirin değil ağabeyinden emir alacaksın, hizmet budur dendi mi artık Cumhurbaşkanı da söylese o dinlenilemez. Hizmet de telefon dinle, Hizmet de kameraya çek. Hizmet de mahrem alana gir. Hizmet de başını aç. Hizmet de yalan söyle. Hizmet de rüşvet al. Hizmet de şantaj yap. Hizmet de... Ne yaparsan yap... İşte devletin içinde kılcal damarlara kadar böyle girilebildi. İşte devlet böyle “Klonlandı.” Bu hareketi kim engelleyebilir, kim bu hareketin önüne geçebilir ki?! Allah bu millete ve ülkeye merhamet etti de hareket ülkenin en güçlü siyasi iktidarına ve Başbakanına hamle yaptı. Bu girişim Başbakanımıza ve AK Parti hükümetine değil de başka bir iktidara karşı yapılmış olsa idi ülke kayıtsız şartsız Hocaefendi’nin örgütü tarafından yönetiliyor olurdu. Hoca da Gölbaşı’ndaki Beyaz Saray’ına oturuyor olurdu.
28 Şubat’ta ‘Hükümet düşecek herkes görevini yapsın' emri verdi
-Sizin için kopuş ne zaman başladı?
Rahmetli Erbakan, dişiyle tırnağıyla var ettiği Milli Görüş hareketi artık yavaş yavaş yerel yönetimler başta olmak üzere siyasi başarılara imza atmaya başlamıştı.
Refah-Yol koalisyon hükümeti kuruldu. Müslümanların başarısından iç ve dış güçler rahatsızdı. Düğmeye basılmıştı ve Erbakan düşürülecekti. Tüm aktörler seçilmişti. Tabii baş aktör de her zaman olduğu gibi bizimkiydi... Komplolar devrede, medya devrede, asker devredeydi. Çağın çilekeş ve yılmaz adamına tezgah üstüne tezgah kuruluyordu. Karar verilmişti. Erbakan bitirilecekti. Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Beşinci kat meclis toplantısındayız. Erbakan hoca hakkında atıp tuttu. “Bu adamlar mı İslam’ı temsil edecek” diye hafife alıp aşağılıyordu. Hatta bir ara öyle galeyana geldi ki; “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. Kararını verdi. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Gazete ve televizyon hükümet aleyhine çalışacak. Belde imamları da başta askeri erkân olmak üzere devlet adamlarını ziyaret edecek ve bizim bu Milli Görüşçüler’le alakamızın olmadığı, bizim onlardan farklı Müslüman olduğumuz anlatılacak, Refah Partisi’nin ilgası için bize ne görev verilirse yapmaya hazır olduğumuz söyleyecekti. Bunu yerine getirmeyen tek kişiyim. Bu da benim sonumu getirecekti. Yine aynı yerde toplantıdayız. Hükümet direniyor. Elinde Zaman gazetesiyle geldi ve “Bir hükümeti düşüremeyen bu gazete yerin dibine batsın çıkarmayın daha iyi” dedi. Bu arada şunu hatırlamadan geçemem. Hani gündeme bomba gibi düşen “Beddua” var ya, Hocanın bedduası yeni değil, ilk defa yapıyorum demesine da bakmayın, zira ekseriya beddua eder. Ben Bandırma’da Ramazan himmeti toplantısında konuşuyorum. Gecenin geç vaktinde İstanbul esnafından ileri gelenler de gelmişlerdi onlarla sohbet ediyoruz. İçlerinden biri dedi ki, “hocam size bir müjdem var. Dün gece teheccüt vaktinde hacet namazı kıldık. Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.” Bunu bana müjde diye söylüyordu. Rahmetli Erbakan’ın ne kadar yaşadığı malum, bu son bedduayı dinleyince bazı arkadaşları arayıp dedim ki; “Sayın Başbakanımıza müjde verin inşallah ömrü çok uzun olacak, çünkü Fetullah Hocanın ölmesi için beddua ettiklerini Allah ona inat çok uzun yaşatıyor.”
Fethullah hoca kavgayı bitirmez
-Bundan sonra ne olur?
Hiç tereddüt etmeden söylüyorum, Hoca bu kavgayı sonlandırmaz. Yurtiçinde ve dışında  Başbakan’ı bitirinceye kadar durmayacaktır. Fakat burada şunu da belirtmeliyim ki, bu kavga Hoca ile Başbakan arasında süren bir kavga değildir. Bu Türkiye’nin geleceği ve Ortadoğu’nun nasıl şekilleneceğine dair uluslararası bir projenin kavgasıdır. Bu kavganın hiç kuşkusuz birinci tarafını Başbakanımız oluşturuyor. Dünya da bu lideri içeriden biriyle vurmak istiyor. Buna ise her zaman gönüllü olacak hazır kıta bekleyen bir aktör de var... Bu aktör bir taraftan kendi hesapları için buna hazır, diğer taraftan da ondan bu görevi isteyenlere karşı borçlu olduğundan hazır...
-AK Parti’nin kurulmasına nasıl baktı?
Hizmet yıllarında beraber olduğumuz çok değerli bir ağabeyimizin oğlu Amerika’da hem şirket işlerini yürütüyor hem de hizmetlerle ilgileniyordu. Tam AK Parti’nin kurulma günleriydi. O delikanlı anlattı. Şöyle dedi: “Hocaefendiyi ziyarete gitmiştik. Orda kendisine Tayyip Erdoğan’ın parti kuracağını sordular, nasıl değerlendiriyorsunuz, dediler. Tebessüm ederek şöyle dedi: “Ben söylemeyim Kuran söylesin, deyip kalktı Kuran’ı eline alıp rastgele açtı, (buna “Kuran ile Tefeül” denir), oradan bir ayet okudu, ayet güya “onlar hayal peşinde koşuyorlar” diyordu. Ardından da şöyle söyledi: Bunlar devlet yönetmeyi ne zannediyorlar. Devlet yönetmek belediye başkanlığına benzemez.”
Daha parti kurulmadan bile o partiyi ve kurucusunu, hem de Kuran ayetiyle idama mahkum eden bir zatın bu harekete karşı nerede durduğu gayet açık ve nettir. Bu nedenle referandum da dâhil Hoca hiçbir zaman AK Parti’yi desteklememiştir. Oy vermek desteklemek değil çünkü... O askeri vesayeti devirmek için destekledi ve bu desteğin, gönülsüz desteğin bedelini de şimdi nasıl ödetiyor görüyorsunuz...
GÜLEN'İN GEÇMİŞTE KRİTİK ÇIKIŞLARI
ÖZAL'I SEMT İMAMI BİLE YAPMAM
Rahmetli Turgut Özal’ın siyasi başarısından da fevkalade rahatsızlık duymuştu. Hatta bir sohbette kendi annesinin de Özal için böyle söylediğini aktarmış ve şöyle demişti: “Aklı anamın aklı kadar olanlar Özal’ı kurtarıcı sanıyor. Bizim hizmette olsaydı Özal’a semt imamlığı verir miydim bilmiyorum” dedi.
ERBAKAN'A ÖLSÜN BEDDUASI
Necmettin Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi atıp tuttu. Hatta “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Biri anlattı: “Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.”
BEDDUA VE ÖVGÜ
Demirel için ne kadar beddualar ettiğimizi hatırlamıyorum bile... Ama bu açılım sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ödül töreninde Süleyman Demirel’e hitaben; “Söz sultanının yanında söz söylenmez...” diyordu. Bir gece öncesinde söyledikleri ise ağza alınacak gibi değildi. Peki, bu nasıl oluyordu?
TCK 163. Madde kalkmasın diye Özal’a rica etti
-Nasıl bir karaktere sahiptir?
Egosantrik bir karaktere sahip olan Hocaefendi, daha çocukken kendisinin büyük bir insan olacağına inanmış ve kendini hep öyle görmüştür. Bu düşüncesinden olmalıdır ki değer gören herkesi kıskanır ve ondan rahatsızlık duyardı.   Bu nedenle, etrafındaki insanların,   gözleri başarılı insanlara kaymasın diye sürekli onları küçümserdi.  Örneğin, rahmetli Necip Fazıl için hep şöyle derdi; “bizim Abdullah Aymaz hoca ondan çok iyi yazar” derdi. Ama ne zaman ki Necip Fazıl üstat vefat etti, aynen şöyle diyordu: “İslam dünyası Sultan-ı Şuarasını kaybetti. Yeri dolmaz bir şair, hatip ve edipti.” Çünkü artık ölmüştü ve Hocaefendi için rakip olmaktan çıkmıştı. Rahmetli Özal ile ilgili bir bilgiyi daha sizinle paylaşmalıyım. Rahmetli, Müslümanların başının belası 163. Maddeyi  kaldırmıştı. 163. Maddeyi kaldırmaması için Özal’a ne kadar ricacı olduğunu anlatamam. Hocaefendi’ye göre 163. Madde kalkarsa her sokak başında bir şeriat partisi kurulacaktı...
İLAHİYATÇI PROF. AHMET KELEŞ’İN CEMAAT YILLARI
Hizmet rotadan sapınca ayrıldım
1973’de bir yaz günü Fetullah Hoca’nın vaaz kasetini dinleyip, aynı yaz İzmir’e giderek kendisiyle tanıştım. İlk tanışmaya da beni, Eski İzmir Otogarı yanındaki camide görevli olan hizmetin en ünlü hocalarından Mehmet Ali Şengül hocam götürmüştü. Her yaz düzenlenen öğrenci yetiştirme kamplarına katıldım: Buca, Edremit kampları başta olmak üzere... Daha Ankara’da ilk hizmet evlerinin açılmaya başladığı yıldı. Meşhur Necati Bey Caddesi’nde açılan ilk hizmet evinde, hizmetin duayenlerinden ve hala da hizmetin kurmay ekibinden olan Naci Tosun’un ile irtibata geçerek Kırıkkale’de ilk öğrenci evini açıp hizmeti başlattım.
Elinden tuttuğumuz isimler
Arkasından çok kıymetli bir hizmet dostum ve arkadaşım olan (M. İ. B.) İle birlikte Yozgat ve civarında, kazalar dâhil evler ve yurtlar açtık. Sayın Ekrem Dumanlı Yozgat’ta ilk elinden tuttuğumuz gençlerdendi. Hizmete kazanılmasında bir ağabeyi olarak çok emeğim vardır ve bunu hiç unutmadığından eminim. Orta Anadolu’nun hemen her yerine gece gündüz koşarken, 1980 İhtilalı oldu. Hocaefendi’nin arandığı yıllar başladı. İhtilal bütün hesaplarımızı bozdu. 1983 de hem Kayseri’deki hizmetlerle ilgilenmem hem de bu arada bir fakülte okuyup askere gitmemem için Kayseri İlahiyat Fakültesi’ne girdim. 1983-1993 yılları arasında tam on yıl Kayseri ve çevresinde hizmette bulundum. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan ile birlikte çalıştık. Kayseri ve civarında o kadar meşhur olmuştum ki, Kayseri’nin en büyük camii Sanayi Camii’nde vaaz ediyordum ve cemaat saatler öncesinden camiyi dolduruyordu. Kayseri’de hizmetler çok gelişince hizmetin az geliştiği yerlerden olan Balıkesir vilayetine tayinim çıktı. 1993 yılında orada göreve başladım. Bölge imamı olarak çalıştım. Hizmetten kopuş sürecim de burada başladı... Açılım süreçleri, siyasete girmeler ve 28 şubat... 1998 yılında Hocaefendi Amerika’ya gitmeden... Kendisine yapılan yanlışları ve hizmetin rotasından saptığını söyleyerek hizmet yolculuğuma son verdim. Yoksa hamdolsun biz her an Allah yolunun hizmetkârlarıyız...
Rektörlüğe aday oldum
Cemaatten ayrılınca bana Balıkesir’i acilen terk etmem söylendi. Gidecek yerim yoktu. Hiçbir sosyal güvencem vs. yoktu. Sadece Kayseri’de yaptığım doktoram vardı. Bana seni Diyarbakır’a aldıralım, başka hiçbir yere giremezsin, dediler. Gerçekten de giremedim. En son 1998 Eylül’ünde Diyarbakır’da İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalında Yardımcı Doçent olarak göreve başladım. 2004’te doçent, 2009’da da profesör oldum. 2012 yılında bir garip olarak gittiğim Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Rektörü adayı oldum.



***
Fethullah Gülen: Özal'ı semt imamı bile yapmam

Turgut Özal için "onu semt imamı bile yapmam" diyen Fethullah Gülen, Necmettin Erbakan'ın ölmesi için ise beddua etmiş...
Fethullah Gülen: Özal'ı semt imamı bile yapmam

Star-Haber Merkezi
Gülen Hareketi içinde 25 yıl hizmet veren Prof. Dr. Ahmet Keleş Star Gazetesi'ne konuştu.

Prof. Keleş, Cemaat'in hiyerarşisini bir piramitle anlatırken, Gülen'in muhtelif dönemlerde muhtelif liderler için yaptığı şaşırtan çıkışların da altını çizdi.

İşte Fethullah Gülen'in; Turgut Özal, Necmettin Erbakan ve Süleyman Demirel için yaptığı şaşırtan çıkışlar...

ÖZAL'I SEMT İMAMI BİLE YAPMAM

Rahmetli Turgut Özal’ın siyasi başarısından da fevkalade rahatsızlık duymuştu. Hatta bir sohbette kendi annesinin de Özal için böyle söylediğini aktarmış ve şöyle demişti: “Aklı anamın aklı kadar olanlar Özal’ı kurtarıcı sanıyor. Bizim hizmette olsaydı Özal’a semt imamlığı verir miydim bilmiyorum” dedi.

ERBAKAN'A ÖLSÜN BEDDUASI

Necmettin Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi atıp tuttu. Hatta “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Biri anlattı: “Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.”

BEDDUA VE ÖVGÜ

Demirel için ne kadar beddualar ettiğimizi hatırlamıyorum bile... Ama bu açılım sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ödül töreninde Süleyman Demirel’e hitaben; “Söz sultanının yanında söz söylenmez...” diyordu. Bir gece öncesinde söyledikleri ise ağza alınacak gibi değildi. Peki, bu nasıl oluyordu?



***