HERŞEYİN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR. Sizin bir planınız, bir hesabınız varsa, Allah’ında bir planı bir hesabı var.

28 Şubat 2014 Cuma

Dikkat dikkat! İHH'ya büyük tuzak kuruyorlar

28 Şubat 2014
'Gazetelerde, İHH'nın araçlarında El Kaide'ye silah bulunduğunu göstermek için İHH brandalı kamyonlar hazırlatıp fotoğraflattılar.Bu fotoğraflar Türkiye'deki üç gazeteye gönderildi. Bu komploda, bildiğiniz yapı, Mihraç Ural grubu ve bir partinin il başkanı var.'
  1. ISIL (Irak ve Şam İslam Devleti ) örgütüne yardım eden bir "Türkiye" imajı oluşturmak için bu fotoğraflar üç gazeteye verildi.
  2. Büyük bir haber bulduğunuzu düşünmenize karşın aslında sizi büyük bir komplonun küçük bir parçası olarak kullanıyorlar. Dikkatli olun.
  3. Bu nedenle, bu kamyonun fotoğraflarını paylaşacak olan gazeteci arkadaşlarımı buradan uyarıyorum. Tuzağa düşürülüyorsunuz.
  4. Oysa bu komployla ilgili bütün hazırlık çalışmaları kayıt altına alınmış. Kamyonun Mukavimi Suriyyi tarafından hazırlatıldığı biliniyor.
  5. Hikayeye göre Mihraç Ural'a bağlı birlikler kamyonu durdurdular ve fotoğraflarını çektiler. Bu fotoğraflar İHH - ISIL ilişkisinin ispatıydı.
  6. Fotoğraflara göre içi silah dolu kamyonda İHH afişleri vardı. Oldukça kurumsal görünüyordu. Kamyon, Lazkiye'deki ISIL mevzilerine gidiyordu.
  7. Geçtiğimiz hafta, Suriye'de içinde insani yardım malzemesi ve silah yüklü bir kamyonun fotoğrafları çekildi ve Türk medyasına verildi.
  8. Mihraç Ural'ın lideri olduğu Mukavimi Suriyyi örgütü, Türkiye'de bir siyasi partinin il başkanı ve bazı paralel arkadaşlar komplonun içinde.

CIA Erdoğan'ı neden hedef aldı?

28 Şubat 2014
Ortadoğu'da ve Türkiye'de son günlerdeki gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için çok açıklayıcı okunması gereken bir röportajı Timetürk olarak sizler için çevirdik

TIMETURK / HABER MERKEZİ

SİBEL EDMOND; CIA ERDOĞAN'I NEDEN HEDEF ALDI?

"Uzun süre Türkiye'de yaşadım ve Türkiye iç politikasını çok yakından takip ediyorum. Ve doğrusu, benim "FBI muhbirlik" davamın konusu aslında "ABD-Türkiye arasındaki gizli görüşmeleri deşifre etmem"den kaynaklanıyor. Bu yüzden hem ABD'de ABD çıkarlarına zarar verdiğim, hem de Türkiye'de Türkiye çıkarlarına zarar verdiğim gerekçesiyle iki ülkede de tamamen dışlandım.
...
Amerikan vatandaşları Twitter üzerinden soruyorlar, "Erdoğan hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?" Yazdığım makalede bunu yapmaya çalıştım ve insanların konuyu doğru anlayabilmesi için, ciddi bir tarihi arkaplan bilgisi vermek zorunda kaldım. Amerikalı insanlar şaşırıyor, "Erdoğan önceleri bir melekken, nasıl oldu da ABD için şimdi bir şeytan, bir düşman haline gelebildi, bu sistem nasıl çalışıyor?
 
CIA'nın kukla hükümetler kurduğu, onları kullandığı, ve ardından bir gecede onları nasıl yok ettikleri bilenen bir gerçek. Aynı şey Erdoğan'ın da başına getirilmeye çalışılıyor.  Ah evet, bu durum pek çok Amerikalı'ya Donald Rumsfeld'in Saddam'la tokalaştığı o unutulmaz görüntüleri ve daha sonra gözden düştüğünde işgal ve yokedilişini hatırlatıyor. Aynı süreç, Erdoğan'la ilişkilerde de açıkça görülüyor.
...
Ve Erdoğan'ın tasfiye süreci, Gezi Parkı olayları ile başlamış gibi görünüyor, ancak makalenizde de belirttiğiniz gibi bunun çok daha geniş çaplı, farklı nedenleri var. Örneğin daha önce Bir Gladyo Projesi: Fetullah Gülen röportajımızda anlattığınız gibi.
 
Gülen'le de bağlantılı.
 
Peki, bu değişimin nedeni nedir? Erdoğan neden gözden düştü?
Evet, bütün bunlar Gülen ve Erdoğan arasındaki kavgayla başladı. Gülen cemaati AKP'nin hükümet olması için çok ciddi destek verdi, Erdoğan ve Gül'ün bütün bürokratları Gülen cemaatinin desteğiyle geldi o noktalara.
Ancak burda şuna dikkat etmek gerekiyor, Gülen sadece bir sembol. Asıl önemli olan ve işi yapan Gülen markası. Yani, "Gülen" markasının arkasına sığınarak iş yapılıyor ve Gülen de buna müsaade ediyor. 1997'den sonra CIA Gülen'i oyuna dahil etti. Tünkiye'nin laik kanadına göre Gülen, Türkiye'de şeriat düzeni kurmak istiyor ve suçlarından dolayı aranıyordu. CIA onu ABD'ye getirdi ve ne tesadüf ki, CIA merkezinin hemen yanı başında bir eve yerleştirdi. Gülen 15 yıldır ABD'de yaşıyor ve 20-25 milyar dolarlık bir ağı kontrol ediyor ve kimse gerçekten bu paranın nerden geldiğini bilmiyor. Bu Gladyonun A planı idi.
....
Gülen'in ABD dışında CIA ile birlikte açtığı okullar, camiler, medreseler birer birer kapatılıyor çünkü bu ülkeler, Gülen cemaatinin varlığının kendi ülkelerinin ulusal güvenliğine bir tehdit olduğunu, CIA ile ortak operasyonlarda kullanıldığını kavradılar. Gülen cemaati ve CIA bununla kalmadı tabii ki, Türkiye'de büyük bir medya ağı kuruldu, satın almalar yoluyla, polis teşkilatına, hukuk ve askeri alanlara sızdılar. Ve işte bu güç ağı, yani Gülen ve CIA ortak hareketi, Erdoğan'ı parlatarak hükümete taşıdı.
 
Aslında 97'de Erdoğan'ın üyesi olduğu parti, askerlerin müdahalesiyle kapatılmış, Erdoğan hapse atılmış iken, 2002'de bu kez askerler geri adım attı, sessiz kaldı ve Erdoğan'ın başbakan olmasına izin verdi. Peki 1997-2002 arasında değişen neydi? Evet, artık Gladyo B planına geçilmişti, Gülen ABD'daydı artık.
Erdoğan o sırada değişmiş, aşırı güven kazanmış, beslenmiş ve "bu imama (Gülen'e) artık boyun eğmek zorunda değilim, halk beni seviyor" demeye başladı. "İmam kabul etse de etmese de ben kendi istediklerimi artık özgürce yapabilirim" diyordu. "Gülen" markasının arkasındaki CIA vb. derin yapılara da başkaldırıydı bu.
Erdoğan'daki bu aşırı güven sadece bir neden. Diğer bir neden de Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert tutumu, sözünü geçirebiliyor görüntüsüydü. Türkiye'deki bütün partilere, medyaya rağmen bunu eleştiren de Fetullah Gülen'di. Ve bu arada, bir yan not olarak şunu söyleyeyim ki, Gülen'in ABD'deki en büyük destekçisi de ordaki Yahudi lobisidir. İsterseniz  Google'a gidip, en büyük yahudi lobisi olan AIPAC'i, ya da ATC'yi "gulen aipac" yazarak sorgulayın.
 
İlginç olan, bir İslami imam olan Gülen'in, Yahudi lobisi tarafından destekleniyor olmasıydı. Yahudi lobisi bir İslami modeli asla desteklemez oysa. Tek başına bu durum bile, insanların Gülen hakkında şüphe duyması, soru sormaya başlaması için yeterli bir nedendir.
Bu da Erdoğan Gülen arasındaki kavganın ikinci nedeniydi. Yani, Yahudi lobisinin desteklediği Gülen, Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert çıkışlarını doğru bulmuyordu.
 
Ayrılık çanları çalmaya başlamıştı. Ve ardından Suriye konusu geldi. "Türkiye, AKP hükümeti Suriye'deki muhalifleri eğitiyor, silahlandırıyor ve bütün bunların ABD tarafından İncirlik üzerinden yönetiliyor" iddiası vardı.
 
Buraya kadar herşey yolunda gidiyordu. ABD'nin mevcut hükümetiyle Erdoğan iyi anlaşıyordu. Esad'ın devrilmesi için gereken herşeyi yapılıyorlardı. Ancak beklenmedik birşey oldu ABD'de. Obama karşıtı derin yapılanma, Esad'a şiddet (!) uygulandığına herkesi ikna etti, ABD müdahalesi hoş karşılanmamaya başlandı. Obama bu konudaki desteğini yitiriyordu. Ve tam bu noktada Rusya'nın devreye girmesi, ABD'yi geri adım atmak zorunda bıraktı.
 
Ve işte tam bu sırada, Türkiye kamuoyuna da, "Esad ile son derece iyi ilişkiler varken, muhalifler yüzünden ilişkiler bozuldu" inancı aşılandı.
 
ABD geri çekilince, Erdoğan tamamen ortada kaldı. Artık halkı arasında popüler değil, nefret edilen bir lider olmaya başlamıştı. ABD artık verdiği sözleri tutmuyor, Erdoğan'ı tamamen yalnız bırakıyordu ki bu da Erdoğan'ı oldukça sinirlendirmişti. Bu da üçüncü bir neden oldu.
 
Bu noktada başka bir olay patlak verdi; Gezi Parkı olayları. Gülen, Erdoğan'la aralarındaki kavgada, bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Ve Gülen protestolara kendi cemaatinden insanları soktu. Erdoğan, başına neler geleceğini anlamıştı. CIA ve Gülen işe el atmış, protestolarda aktif rol oynamaya başlamıştı. Erdoğan bunu net olarak görüyordu.
 
Gezi Parkı olayları gerçek halk tarafından başlatılmış olabilirdi ancak, CIA'nın kontrolündeki Gülen cemaati ve AKP karşıtı Türkiye'nin eski güç sahipleri, bu fırsatı değerlendirmekte gecikmemişti. Ve eş zamanlı olarak ABD ve Avrupa basınında Erdoğan "diktatör" olarak anılmaya başlandı. 
 
Erdoğan'ın ElKaide ile ilişkili olduğu iddia edilmeye başlandı. Ki, ElKaide'nin de ne tür bir operasyon olduğunu biz açıklamaya, deşifre etmeye daha önce çalışmıştık. Erdoğan artık ElKaide'nin parasal kaynak sağlayıcıları ile bağlantılandırılmaya çalışılıyordu. Ve bütün bunlar, bu operasyonlar CIA tarafından yönetiliyordu.
Soru: Peki, bütün bunlar gayet açık, anlaşılabilir ancak benim kafama takılan soru şu, Gülen'le, daha doğrusu CIA ile Erdoğan arasında bir sorun varsa eğer, bu sorunun nedeni nedir? CIA Türkiye'den, Erdoğan'dan ne istiyor?
 
Erdoğan, AKP sadece birer sembol, tıpkı diğer ülkelerdeki kukla hükümetler gibi, Obama gibi, George Bush gibi. Asıl önemli olan, bu sembolleri yönetmeye çalışan güç, yani CIA, yani ABD Silah Sanayi. CIA'nın yapmak istediği, sözkonusu hangi ülke ise, onu tamamen kontrol altına almak, iç ve dış politikasını yönetmekti. Ki son derece düzgün bir şekilde çalıştı bu sistem uzun seneler. Diledikleri kukla hükümeti getirmeyi ve uzun süre hükümette tutmayı başardılar.
 
CIA'nın planı, Türkiye'yi bir model ülke olarak kullanmak ve diğer ülkeleri de aynı şekilde hizaya getirmekti. Ilımlı İslam projesini Orta Doğu'da uygulamaya geçirmekti. Erdoğan ve Gülen, daha doğrusu CIA arasındaki sorun, bu planları aksatıyordu. CIA, Erdoğan'ın kontrolünü kaybediyordu, Bu arada Gül'le hiçbir sorunları yoktu. Gül iyi bir uşak olmuştu, emirleri harfiyen uyguluyordu.
 
Erdoğan, CIA ile sorunu daha da büyütmek için rest çekti. Boyun eğmeyeceğini göstermek için, bir mesaj vermek için "milyarlarca dolarlık silah alımlarını ABD ile değil, Çin'le yapacağım" dedi. Tüm dünya bu reste şaşırdı. Bu, ABD ve NATO'nun en üst düzey kurallarından birinin ihlali anlamına geliyordu, yapılabilecek son şeydi. İşte bu, NATO ve ABD Silah Sanayiini çileden çıkardı.
 
Ve Erdoğan daha da ileri giderek, "AB'ye girmek için yıllardır beklediklerini ve bunun gerçekleşmeyeceğini anladığını, bunun yerine Şangay Birliği'ne katılmak istediğini" söyledi. Ve resmen başvuruda bulundu. Ve bu davranış yine, çiğnenebilecek en son kurallardan biriydi. Batı için yüz senedir kukla olan Türkiye, kukla oynatıcısına karşı, sahibine karşı isyana kalkmıştı. Batı, zorla kurduğu bu kukla düzenini, kolay yıktırmazdı.
İşte bunları yaptığınızda, son kullanma tarihiniz dolmuş demektir. Kim olursanız olun artık bitmiştir. Ve ABD'nin uygulayacağı cezanın diğer ülkeler için ibretlik olması gerekiyordu, çünkü bu durum başkaları tarafından örnek alınabilirdi, bu risk göze alınamazdı.
 
Erdoğan'a şu ihtimaller sunuldu, tabii bunları hiçbir yerde duyamazsınız; 
1) Geri adım atacaksın. Herşeyi geri saracak, İsrail'le ilişkilerini düzeltecek, Çin'den silah almaktan vazgeçeceksin. Şangay'dan uzak duracaksın. Gülen'den özür dileyeceksin. Bu senin birinci seçeneğin.
2) Sessizce istifa edip gideceksin. Çünkü biz hali hazırda senin yerine gelecekleri belirledik. Şu ana kadar çalıp çırptığın paralar varsa, onları da beraberinde götürebilirsin. Senden öncekiler de çaldı. Paralarınla İngiltere'ye gitmene izin vereceğiz.
3) Bunları kabul etmezsen, bizi bekle. Bu sana iki senaryo sunar; a) Kaddafi gibi, Saddam gibi yokedilirsin, seni Taksim meydanında, Gezi Parkı'nda öldürürüz. b) Mübarek gibi korkak bir şekilde teslim olabilirsin. Seni İngiltere'de bir hapishaneye atarız, yaşamının kalanını orda sürdürürsün.
 
İşte şu anda, Erdoğan bu seçeneklerle karşı karşıya. Bu seçenekler Kaddafi, Saddam ve Mübarek'e sunulanlarla aynı. CIA böyle çalışıyor. Senaryolar o kadar aynı, şaşmaz ve detaylarıyla benzer ki, insan neredeyse aynı şeyleri tekrar tekrar görmekten sıkılıyor. Ama aynı CIA, Esad'a bu seçeneklerden hiç birini sunmadı, Obamaya rağmen.
 
Ve birkaç ay içinde kavga daha da büyüyecek.
 
ElKadı ile Erdoğan'ın ilişkisi şu anda piyasaya sürülüyor ancak, ElKadı 1990 ortalarından beri FBI tarafından biliniyordu. ElKadı'nın çalışma merkezi Şikago idi ve garip olan, Gladyo B'nin de çalışma merkezi Şikago. Aynı zamanda Abdullah Çatlı da Şikago'ya geldi, orda ona ABD'de sürekli kalma izni (Yeşil Kart) verildi, daha sonra çeşitli bölgelere gönderildi. Mesela Azerbeycan'a, baba Aliyev'i öldürmek üzere gönderildi vs. Yani Şikago bu işlerin merkezi, yönetim noktasıdır.
 
FBI, ElKadı'yı ne zaman Şikago'da sıkıştırıp da yakalamak istese, araya CIA giriyordu. Ve nihayet, ElKadı'ya toparlanıp Arnavutluk'a kaçması için yeterli zaman verildi. Ve kaçınca da "hay allah, elimizden kaçırdık" dendi.
 
Bu arada ABD onu 9-11'in para sağlayıcısı olarak her yerde deşifre ediyordu.  ABD bu kez, "onun Arnavutluk'da olduğunu biliyoruz, adresi herşeyi elimizde, Arnavutluk hükümetinden onu resmen isteyelim" dediler. Ancak ona Türkiye'ye geçmesi için gereken iki haftalık süreyi vermeyi de ihmal etmediler.
ABD bu kez "hay allah, Arnavutluk'tan da kaçırdık adamı" deyiverdi. Bu defa Türkiye ile yazıştı ve "bu adamı sizden istiyoruz" dedi. Türkiye tarihinde ilk defa, "pardon, aramızda böyle bir suçlu değişim anlaşması yok. Bu adam herhangi bir suç da işlemedi burda, bu yüzden onu size veremeyiz" dedi. Ve ABD "ah öyle mi, tamam sorun değil" diyerek dosyayı kapattı!
 
ElKadı, Azerbaycan dahil pek çok yere rahatça gidip gelen bir adam. Sadece Asya bölgesine değil, aynı zamanda Avrupa'ya da gidiyor. Örneğin Londra'ya, iş gezileri. Sonunda ElKadı, bir iş adamı olarak BM'ye kendisini terörist listesinden çıkarma başvurusunda bulundu ve BM de bu başvuruyu değerlendirip onu listeden çıkardı!
Ama ne olduysa, aniden Erdoğan'ın oğlunun ElKadı ile fotoğrafları servis edilmeye başlandı. Bu tür haberler yayılmaya başlandı. Ve bu haberlerin pek çoğu Gülen cemaati tarafından servis ediliyordu. Ve tabii ki CIA destekli MİT'ten bir grup tarafından... Ve çok ilginç bir nokta da şu ki, bu servis edilen haberlerin çoğu WikiLeaks'den geliyordu. Burada kafama birşey takılıyor, acaba bunlar WikiLeaks'de halihazırda bulunan bilgiler miydi, yoksa birdenbire, aniden keşfedilmiş bilgiler miydi? Bu konuda şüphelerim var. WikiLeaks, CIA'in kontrolünde olabilir mi?Sadece bir soru.
...
Soru: Sizce Erdoğan'ın başına gelenler ,Kaddafi ve Saddam'ın başına gelenlerle tıpatıp aynı mı olacak, yoksa biraz daha farklı bir versiyon mu göreceğiz burada?
 
Türkiye, Mısır ya da Libya'dan tamamen farklı bir ülkedir, dinamikleri çok çok farklıdır. Öncelikle, Türk insanı gerçekten de farkındalığı yüksek bir kitledir. Aptallar için tasarlanmış iki partili sistem, ABD'de olduğu gibi, Türkiye'de çalışmaz. Türkiye'de çok farklı fraksiyonlar, eğilimler mevcuttur. ABD'de olduğu gibi, yani Demokrat ve Cumhuriyetçiler arasında bir gel-git oyunu sergileyerek halkla dilediğiniz gibi oynamanız Türkiye'de çalışmaz.
 
Burada bilinç düzeyi son derece yüksek bir halk kitlesinden bahsediyoruz. ABD'den çok farklı bir kitledir bu. Eğitimli ve düşünen insanların olduğu bir ülkede bu kadar kolay oyunlar sergileyemezsiniz, bu çok zordur.
Diğer bir fark da, Türk insanının aktivist yönü. Sokaklara inen, hakları için mücadele eden bir topluluktur Türkler. Bana soruyorlar bazen, oyunu kime vereceksin diye. ben de "oyumu Türk halkına vereceğim" diyorum, çünkü onlara inanıyorum, onlar kendilerine ne olacağına kendileri karar vereceklerdir.
Türk halkı gözünü açık tutmaya devam etmeli ve Libya'da, Mısır'da olanlardan ders almalıdır. Bunları milliyetçi bir kişiliğim olduğu için söylemiyorum, burada tamamen farklı tür insanlardan bahsediyoruz.
...
ABD'nin planları Libya ve Mısır'da olduğu kadar kolay işlemeyecektir Türkiye'de.
...
Diğer bir konu da, AB meselesi. Daha önce AB'yi bir kurtuluş olarak gören Türk insanı, AB'nin politik ve ekonomik çöküşünü görüyor. Almanların Türkiye'deki işlere başvurduklarını, Avrupa'da işsizliğin boyutlarını görüyor. AB'ye girmemiş olmanın bir avantaj olduğunu düşünüyorlar.

RÖPORTAJI İNGİLİZCEDEN DİNLEMEK İÇİN TIKLAYINIIZ
 
17 ARALIK F.GÜLEN ALBÜMÜ 6



Gömülü resim için kalıcı bağlantı






Gömülü resim için kalıcı bağlantı
Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Gömülü resim için kalıcı bağlantı
Gömülü resim için kalıcı bağlantı







Gömülü resim için kalıcı bağlantı







Gömülü resim için kalıcı bağlantı




Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Gömülü resim için kalıcı bağlantı







Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Gömülü resim için kalıcı bağlantı
Paralel yapının montaj sahtekarlığı
VİDEOYU İZLEYİN
https://www.youtube.com/watch?v=H2e8ypb8WpQ




Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Gömülü resim için kalıcı bağlantı





Gömülü resim için kalıcı bağlantı




Gömülü resim için kalıcı bağlantı








Gömülü resim için kalıcı bağlantı


Gömülü resim için kalıcı bağlantı





Gömülü resim için kalıcı bağlantı











Gömülü resim için kalıcı bağlantı




Gömülü resim için kalıcı bağlantı















Gömülü resim için kalıcı bağlantı


Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Gömülü resim için kalıcı bağlantı


Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Gömülü resim için kalıcı bağlantı








Gömülü resim için kalıcı bağlantı









Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Gömülü resim için kalıcı bağlantı




Gömülü resim için kalıcı bağlantı













Gömülü resim için kalıcı bağlantı
Gömülü resim için kalıcı bağlantı





Gömülü resim için kalıcı bağlantı




Gömülü resim için kalıcı bağlantı

Gömülü resim için kalıcı bağlantı



Gömülü resim için kalıcı bağlantı


DİĞER ALBÜMLER
 
 
 
 
 



28.02.2014
2022'de İsrail Diye bir Devlet Yok!
 
2022de İsrail Diye bir Devlet Yok!08.10.2012
Henry Kissinger ve 16 Amerikan istihbarat kurumu, yakın gelecekte İsrail’in var olmayacağı konusunda hem fikir.

Dr. Kevin Barret'in analizi:

The New York Post tarafından “harfi harfine” alıntılanan Kissinger’in “10 yıl içinde artık İsrail olmayacak” (Bkz.) sözü kati ve şartsız. Kissinger, İsrail’in tehlikede olduğunu, fazladan trilyonlarca dolar verip düşmanlarını ordumuzla ezersek kurtulabileceğini söylemiyor.

Netanyahu’nun eski dostu Mitt Romney’i seçersek, İsrail’in bir şekilde kurtulabileceğini de anlatmıyor. İran’ı bombalarsak, İsrail var olmaya devam edebilir de demiyor. Bir çıkış yolu önermiyor. Basitçe bir gerçeği belirtiyor: 2022’de, İsrail artık olmayacak.

ABD İstihbarat Çevresi de, kesin olarak 2022 tarihinde olmasa da onunla aynı fikirde. Toplam 70 milyar dolar üzerinde bütçeye sahip 16 ABD İstihbarat Kurumu, “İsrail-sonrası Orta Doğu’ya Hazırlık” adlı 82 sayfalık bir analiz yayınladı.

ABD istihbarat raporu, 1967’de çalınan topraklara (tüm dünya bu toprakların İsrail’e değil Filistin’e ait olduğunda hemfikir) çöken 700 bin kanun dışı İsrail yerleşimcinin toplanıp güzel güzel ayrılacağını belirtiyor. Çalıntı topraklardaki süregelen varlıklarını dünya asla kabul etmeyeceği için İsrail, 1980 sonlarındaki Güney Afrika’ya benziyor.

İstihbarat raporuna göre, İsrail’i yöneten aşırı Likud koalisyonu, kanun-dışı yerleşimcilerin yaygın şiddetini ve hukuksuzluğunu artan şekilde destekliyor ve buna göz yumuyor. Rapor, yerleşimcilerin vahşeti ve suçluluğu ile ırkçı duvar ve daha-da-zalim kontrol noktaları gibi büyüyen ırkçı-tarz alt yapının, sürdürülemez ve Amerikan değerleriyle uyumsuz olduğunu kaydediyor.

On altı ABD istihbarat kurumu, İsrail’in Arap Baharı ve İslami Uyanışı ihtiva eden Filistin-yanlısı devasa-güce karşı koyamayacağı noktasında aynı fikri paylaşıyor.

Geçmişte bölgedeki diktatörlükler, halklarının Filistin-yanlısı isteklerini denetim altında tutular. Cumhuriyetler, halkının İsrail’e karşılığını yansıtmak dışında fazla bir seçeneğe sahip değil. Aynı şekilde yani İsrail’le çalışan ya da en azından İsrail’e müsamaha gösteren diktatörlerin devrilmesi şimdilerde tüm bölge boyunca hız kazanıyor. Sonuç daha demokratik, daha İslami ve İsrail’e çok daha az dost hükümetler olacak.

ABD istihbarat kurumları raporu, bu gerçekler ışığında ABD hükümetinin basitçe bir milyardan fazla komşusunun isteklerine karşı İsrail’i desteklemeye devam etmek için askeri ve mali kaynaklarının olmadığını söylüyor. 57 İslam ülkesiyle ilişkileri normalleştirmek için rapor, ABD’nin kendi ulusal çıkarlarını izlemesini ve İsrail’in fişini çekmesini söylüyor.


İlginç şekilde ne Henry Kissinger ne de ABD İstihbarat Raporu’nun yazarları İsrail’in yıkımına yas tutacaklarına dair bir işaret vermiyor. Bu kayda değer zira Kissinger bir Yahudi ve her zaman İsrail’in dostu olarak kabul edilir. Ayrıca istihbarat ajansları dahil tüm Amerikalılar İsrail-yanlısı medyanın güçlü etkisi altında bulunur.

Bu rahatlığın sebebi ne?

Kissinger ve İstihbarat Raporu’nun yazarları gibi uluslararası meselelerle ilgilenen Amerikalılar, İsrail’in fanatikliği ve uyuşmazlığından bıkmış durumdalar. Netanyahu’nun Birleşmiş Milletler’deki garip, herkesçe-dalga geçilen performansı, (“deli bir Siyonist” karikatürüne denk gelen şekilde bir bombanın karikatürünü savurması) ellerindeki kartı fazla abartmaya yatkın İsrail liderlerinin gaf serilerinin sonuncusuydu.

İkinci etmen ise İsrail Lobisi’nin buyurgan kamu söylemine yönelik birçok Amerikalın hissettiği iltihaplı bir gücenikliktir. Sürekli tanınmış Amerikalı gazeteciler İsrail konusunda “kitabın-dışına” çıktıkları için kovulur. Helen Thomas ve Rick Sanchez gibi ve neredeyse görünmez bir tepki oluşur, tıpkı okyanus yüzeyi altındaki gelgit dalgası gibi. Ve ne zaman İsrail lobisi, ABD’yi Irak savaşına sürükleyen İsrail fanatiklerinin şimdilerde aynı şeyi İran’la yapmaya çalıştığını söyleyen Mauren Dowd gibi birisini aşağılasa, çok daha fazla insan uyanıp Dowd, Thomas ve Sanchez’in hakikati söylediğini fark ediyor.

İsrail’in eli-kulağındaki yıkıma karşı rahatlık için üçüncü neden ise Amerikan Yahudi toplumunun İsrail desteği noktasında tek vücut olmamasıdır. Ki bu Likud liderliğine karşı çok daha azdır. Philip Weiss gibi bilge Yahudi gazeteci ve analistler İsrail’in var olan liderliğinin deliliğini ve içinde bulunduğu zor durumun umutsuzluğunu fark ediyor. Yakın zamanlardaki raporlara göre genç Amerikan Yahudileri arasında İsrail hakkında duyarlılık artık moda değil. Netanyahu’nun Yahudi oylarını Mormon Likudçu Mitt Romney’e çelmek için hummalı çabalarına karşı, anketler “yalancı” Netanyahu’dan “nefret ettiğini” söyleyen Obama’nın kolayca Yahudi oylarının çoğunluğunu alacağını gösteriyor.

Son olarak Kissinger ve CIA’nın İsrail’in yıkımı arifesindeki rahatlığı nedenlerinden en az bariz ancak en güçlü olana geldik. Radikal Müslümanlar değil İsrail ve destekçilerinin 9/11 saldırılarını gerçekleştirdiğine dair süzülen görünürde olmayan bilgiler.

Bunu artan şekilde dillendiren uç anti-Semitik gruplar değil aksine üst-düzey sorumlu gözlemciler. ABD Ordusu Savaş Akademisi’nin eski Stratejik Araştırmalar Direktörü yarı-Yahudi Alan Sabrosky, radyo programımda “yüzde 100 kesinlikle” İsrail ve onun destekçilerinin 9/11’i gerçekleştirdiğini çalışma arkadaşlarıyla tartıştıklarını söyledi. BBC’nin eski Orta Doğu muhabiri (ve Golda Meir ile Yaser Arafat’ın arkadaşı) Alan Hart da programa gelerek İsrail ve şirketinin 9/11’i planladığını bildiğini ifade etti.

Bugün El-Kaide’nin değil İsrail’in 9/11 saldırılarını gerçekleştirdiğini söyleyen bir başkan adayımız (Merlin Miller) bile var.

9/11’in asli amacı, İsrail’in düşmanlarına karşı ABD’yi uzun bir savaşa sokarak İsrail’in varlığını teminat altına almak için umutsuz bir çabayla ABD ile İsrail arasında kırılmaz, yoğun bir duygusal bağı “kanla mühürlemek” idi. 9/11 operasyonunu kutladıkları için “dans eden İsrailliler” tutuklandığında polisi ikna etmek için “Bizim düşmanlarımız sizin düşmanlarınız. Filistinliler sizin düşmanınız” demişlerdi.

Fakat bütünüyle ABD istihbarat toplumu dahil daha fazla Amerikalı, İsrail’in düşmanlarının (1,5 milyardan fazla insandan oluşan tüm İslam toplumu) Birleşik Devletler’in düşmanları olmak zorunda olmadığını fark ediyor. Aslında ABD iflas ediyor ve İsrail için savaşlarda binlerce hayatı kurban ediyor. Savaşlar, ABD’nin stratejik çıkarlarına yardım yerine zarar veriyor. (Bu çıkarlar içinde elbette istikrarlı ve işbirliği yapan hükümetlerden petrol ve gaz almak da var.)

9/11’in radikal İslamcı bir saldırı değil de İsrail destekçilerinin kanlı ve alçak bir ihaneti olduğunun fark edilmesi arttıkça, Amerikan politika-yapıcılarının Kissinger ve 16 istihbarat kurumunun adımlarını izlemeleri ve bariz olanı fark etmeleri kolaylaşıyor: İsrail, artık raf ömrünü tamamladı!

Dr. Kevin Barret, Amerika’nın “Terörle Savaşı”nı eleştiren en bilinen isimlerindendir. Fox, CNN, PBS gibi TV kanallarına programlara katılmasının yanında The New York Times, Christian Science Monitor, Chicago Tribune gibi yazılı basında makaleleri yayınlanmıştır. San Francisco, Paris ve Wisconsin’deki üniversitelerde dersler vermiştir. Müslüman-Hıristiyan-Yahudi İttifakı adlı vakfın kurucularındandır. Gerçek Cihat: 9/11 Büyük Yalanına Karşı Mücadelem, Terörle Savaşı Sorgulamak adlı kitapların yazarıdır.

Oğuz Eser/Timeturk.
Milliyetçiliği 'Din'leştiren Bir Söz: Vatan Sevgisi İmandandır!
 
Milliyetçiliği Dinleştiren Bir Söz: Vatan Sevgisi İmandandır!
 
Hz. Peygamber’e nisbet edilen bu söz, daha çok “ulus devlet” konseptine paralel bir vatan sevgisi bağlamında farklı olanı ve farklı düşüneni “öteki”leştiren bir içeriğe kutsal bir sos olarak kullanılır.

“Vatan Sevgisi İmandandır”

Serdar Demirel / Yeni Akit

Türkiye’de ne zaman etnik temelli toplumsal tansiyon yükselse bazı kesimler siyasi duruşlarını dinle güçlendirmek isterler. Bu bağlamda dinî nass diye çok tüketilen rivâyetlerden birisi de; “Hubbul vatan minel iman / Vatan sevgisi imandandır” diye halk arasında meşhur olan sözdür.

Bu rivâyet Hz. Peygamber’e (sas) nisbet edilerek alıntılanır, daha çok “ulus devlet” konseptine paralel bir vatan sevgisi bağlamında farklı olanı ve farklı düşüneni “öteki”leştiren bir içeriğe kutsal bir sos olarak kullanılır.

Bu sözün anlam çerçevesi tartışılabilir elbette. Nitekim tartışılmıştır da. Ama tartışılmayacak bir şey vardır ki, o da bunun hadis olmadığı hakikatidir. Hadis kaynaklarımızda bize aktarılmamış bu söz, uydurma hadis literatürünü içeren “El Mevduât” kitaplarında aslının olmadığına işaret edilerek zikredilmiştir. Sözün özü, Efendimiz’e nisbet edildiğinde “uydurma” hükmünü alan bir rivâyettir bu.

İslâm fıkhında uydurma hadisi rivâyet etmek ise ittifakla caiz değildir. Bu tür uydurma rivâyetleri, ancak uydurma olduğunu beyan etmek şartıyla aktarmayı caiz görmüştür âlimler. Zira Efendimiz’in bu hususta çok sert uyarıları vardır:

Meselâ mütevatir olarak bize ulaşan hadisde şöyle buyurmuştur Efendimiz: “Benim üzerime söylenen yalan, bir başkası üzerine söylenen yalan gibi değildir. Öyleyse kim bile bile bana yalan nisbet ederse cehennemdeki yerini hazırlasın!”

Sahih Müslim’de gelen bir hadisde ise; “Benden birisi hadis rivâyet eder ve onun da yalan olduğunu bilirse; o iki yalancıdan birisidir” (Müslim: 1/7, hn. 1) demiştir. Bu kadar sert uyarıların olduğu bir meselede bir Müslümanın bilerek uydurma rivâyetlere müracaat etmesi düşünülemez.

Rivâyetin anlam çerçevesine gelince: Eğer dense ki, vatan sevgisi imana aykırı değildir, yerinde bir tesbit yapılmış olur. Çünkü vatan sevgisi kişinin kendisini sevmesi gibi bir şeydir. Kişinin kendisini sevmesi imandan değildir ama imana aykırı da değildir.

İnsanda fıtrî olan yönelişler vardır, vatan sevgisi de bunlardan birisidir. İnsan doğup büyüdüğü coğrafyayı sever, kimse de bu sevgiyi sorgulayamaz. Önemli olan yaradılıştan gelen meyilleri meşru ölçüler içinde tutmak, onlara imanî değerler yükleyerek kutsamamaktır.

İman etmekle vatan sevgisi arasında ilzam edici bir ilişki kurmak, imanın şartlarına İslâm’da olmayan bir hüküm katmak olur ki, işte bu doğru değildir.

Vatan dediğimiz doğup büyüdüğümüz toprak parçası insanın bu dünyayı terk etmesiyle ilişkisinin kesildiği yerdir. Nihâyetinde insan ilişkisinin kesileceği yer imanın irtibatlı olduğu bir makam olamaz. Eğer dense ki, vatan sevgisinden kasıt kalıcı mekân olan daru’l bekâ yani ilk insanın ikâmetgahı olan cennettir, zorlama bir tevil olsa da, fazla itiraza gerek kalmaz sanırım.

İmanın şartları göreceli değildir, sâbittir; fıtrî olan vatan sevgisi ise kişiden kişiye değişkenlik arz eder. Vatan sevgisi Arab’a, Türk’e, Kürt’e, Malay’a ve diğer bütün farklı kavimlere göre ayrı ayrı tecelli eder. Hâlbuki yeryüzü Doğu’suyla Batı’sıyla Allah’ındır (c.c), bütün mülk O’nundur.

Uydurma hadisler arasında kabile ve coğrafya üzerine kavmiyetçi duygularla üretilmiş birçok rivâyet olduğu alanla ilgilenenlerin malûmudur. İslâm’ın sarih hükümleriyle çelişkili olmasına rağmen halk arasında bir zemin bulabiliyorsa bu tarz rivâyetler, bunun bir ucunda bilmemek diğer ucunda da aşırı kavmiyetçi duygular vardır.

Samimi olan kişiler ise kendilerine hakikatin bilgisi ulaştıktan sonra uydurma rivâyetlerden medet ummazlar.
http://www.analizmerkezi.com/milliyetciligi-dinlestiren-bir-soz-vatan-sevgisi-imandandir-27178h.htm
Akif Beki: Cemaat Ferdi Eleştirel Akıldan Mahrumdur!
Akif Beki: Cemaat Ferdi Eleştirel Akıldan Mahrumdur!
Radikal yazarı Akif Beki cemaatlerin zannedildiği gibi muhafazakâr ve dindarlığa has bir yapı olmadığına dikkat çekerek, kemalist örgütlenmeleri de 'hacimli cemaatler" olarak niteledi. Beki, cemaat fertlerininin birey olamayacağını da belirterek,


İşte Beki'nin bugün (17 Ocak 2012) yayımlanan

“Cemaat ferdi birey midir?” başlıklı yazısı şöyle:

"Özgür iradesinin, söz ve eylemlerinin sahibi olan birey yok da edilgen bir tebaa varsa...

Hayır, bir cemaat ferdi kati surette birey olarak mütalaa edilemez. Evet, belki bir ‘insan teki’dir ama asla ve kata kendi başına hareket eden, kendi kararlarını alabilen, kendi aklıyla düşünebilen biri gibi görülemez. Bireysel davranmaz çünkü, bir tercihten diğerine cemaat halinde intikal eder. Eleştirel akıldan mahrumdur. Ne söylenirse onu tekrarlar, ne verilirse onu hatmeder. Ne dediğini bilmesi gerekmez. Ama ezberi kuvvetlidir gerçekten. Kişiliği bastırılmışsa fesatlığa, fıtratı bozulmuşsa da fitneye aşırı meyyal olur ayrıca.

Cemaatçi örgütlenmenin kökenleri üzerine harika bir analiz okudum. Muhafazakârlıktan kaynaklanmıyormuş, dinle de alakası yokmuş. Biat kültürünü dindar ve muhafazakâr çevrelere mahsus gören algı baştan aşağı yanlış. İkna oldum, çünkü öyle olsa dinle problemli, muhafazakârlaşmaya da karşı hareketlerde cemaatçi örgütlenmenin çok katı örneklerine rastlanmazdı. Siyasal toplumda biat kültürünü enine boyuna irdeleyen bu enfes makaleyi size de hararetle tavsiye ederim.

Pazar günkü Sabah’ta Şükrü Hanioğlu imzasıyla çıktı. Muhakkak bulup okumalısınız. Şükrü hoca meselenin künhüne varmış, sizi de aydınlatacaktır. Yazısının başlığı ‘’Sorgulamadan itaat ve liderlik kutsaması muhafazakârlığa mı özgü?’’ şeklinde. Hemen girişinde, ‘’Toplumda görülen itaat kutsaması ve kurum içi demokrasi eksikliğini muhafazakâr bir davranış biçimi olarak tanımlamanın’’ yanlışlığına işaret ediyor. Sonrasında da siyasi otoriterlik, cemaatçi örgütlenme, liderlik oligarşisi ve tektipçi anlayışın ‘biat geleneği’ne dayandırılmasına güçlü argümanlarla itiraz ediyor yazı. Getirdiği delillerden biri şu: ‘’Biatın (geçmişte) İslam dünyasındaki despotik idareler ve ‘hikmet-i hükümet’ temelli siyasetleri meşrulaştırmak için kullanıldığı doğrudur. Buna karşılık İslam dünyasındaki (modern) anayasalcılık hareketi, biattan toplumsal sözleşme yaratma, idarecinin yetkilerini sınırlandırma aracı olarak yararlanmaya çalışmıştır...’’ Osmanlı’da Namık Kemal’in başını çektiği hareket ile günümüzde Arap ve İranlı kimi entelektüellerin geliştirdiği ‘demokratik sözleşme’ esaslı toplum kuramını da emsal gösteriyor Hoca. Şükrü Hanioğlu’nun tezi sağlam. ‘Biat’ın peygamber zamanındaki ilk çıkışına ‘demokratik bir kurum’ gözüyle bakıyor ve haklı. Çünkü orijinal biat, siyasi otorite ile birey arasında karşılıklı hakları taahhüt eden bir ‘akit’ ilişkisi kurmayı amaçlıyor.

Hülasası; cemaatçilik, örgüt taassubu ve lider kültü gibi otoriteryan yaklaşımlar ne muhafazakârlık ne din ne de biat kültüründen ileri geliyor. Sebep biat değil, sebep cemaatçi örgütlenme modeli değil, sebep siyasi muhafazakârlık yahut dindarlaşma biçimi de değil. E peki nedir öyleyse sebep? Siyaset ve cemaat örgütlenmelerinin otoriter eğilimler taşıyabildiğini inkar etmiyor Hoca. İtaati şiddetle eleştiren bir sorgulama kültürünün varolduğu anlamını da çıkarmıyor ulaştığı sonuçtan. Ya ne diyor? Otoriterlik ve itaat kutsallaştırmasının toplumda muhafazakârlığa indirgenemeyecek derecede kök saldığını söylüyor:

‘’Bu kök salmanın temel nedeni ise ‘biat kültürü’ değil, ‘birey’in ortaya çıkmasına izin veren örgütlenmeler yaratılamamış olmasıdır. Cemaatçi örgütlenme, zannedildiği gibi muhafazakârlığa ve dindarlığa has bir yapılanma biçimi değildir...Kendisini ‘Türk Solu’ olarak tanımlayan yapının da ‘cemaat’ karakteri taşıdığı görülür. Benzer şekilde Kemalist örgütlenmeler de gerçekte hacimli cemaatlerdir.’’ Cemaatler içe kapanmacı, dayanışmacı ve otoriter örgütlenmelerdir. Hoca’nın tabiriyle “Her üyeye yukarıdan aşağıya görev verilen ve ‘itaati kutsayan topluluklar’’dır cemaatler. Bireyselleşmeyi cendereye alan örgüt kültü, toplumsal genlerimize kadar işlemiş. Dinden ve biat geleneğinden bağımsız bir olgu bu. Dinle ve muhafazakârlıkla izah edilemeyen bir olgu. Hepimiz doğuştan bir nebze cemaatçiyiz yani, hepimizin genlerine az çok bulaşmış. Özgür iradesinin, söz ve eylemlerinin sahibi olan birey yok da edilgen bir tebaa varsa...Tabi olmuş fertlerden, bir tebaa topluluğunun üyelerinden bireysel davranmaları beklenebilir mi?"
 
Cemaat'in Washington Köstebeği Ortaya Çıktı!
Cemaat'in Washington Köstebeği Ortaya Çıktı!
 
Paralel Yapı'nın Washington'daki köstebeği olduğu iddia edilen isim deşifre oldu.

27 yıl önce Yüksek Askeri Şura kararı ile ve ''Disiplinsizlik'' nedeniyle, Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarılan Piyade Teğmen M. K. S.'nin ABD'de Paralel Yapı'nın önemli isimlerinden biri olduğu ortaya çıktı. 

Devletin en kritik birimlerinden biri olan Dışişleri Bakanlığı'nda memur olarak görev yapan M.K.S halı hazırda Washington Büyükelçiliği Basın Ataşesi olarak çalışıyor.

DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI'NDAKİ 'KÖSTEBEK' İDDİASI

SON.TV'den Ömer Adıyaman'ın güvenilir kaynaklardan edindiği bilgilere göre Paralel Yapı'nın Washington Büyükelçiliği'nde bulunan köstebeği olarak iddia edilen M.K.S.'nin Dışişleri Bakanlığı'ndan gelen kripto belge ve bilgileri paralel yapıya servis ettiği de iddia ediliyor. M.K.S. halı hazırda Paralel Yapı'nın yayın organlarından birinde mahlas isimle haber ve yazılar da yazmaya devam ediyor.

PARALEL YAPI'NIN YAYIN ORGANI AKSİYON'UN KURUCULARINDAN

10 Aralık 1994 yılında Paralel Yapı'nın yayın organı olan halı hazırda Washington Büyükelçiliği Basın Ataşesi olarak görev yapan M. K. S'nin yayın yönetmenliğinde Aksiyon dergisi start alıyor. Aksiyon"da o dönemde Hasan Sutay yazı işleri, Mahmut Çebi de haber müdürlüğü"ne getiriliyor. Daha sonra, İzmir'den Mehmet Kamış, önce haber müdürü, ardından da yayın yönetmenliği bayrağını devralıyor. Derginin kadrosunda Paralel Yapı'nın Türkiye'de sözcülüğünü yapan Tuncay Opçin, Rasih Yılmaz, Mehmet Baransu, Bülent Korucu ve birçok isimde yer alıyor.

ATEŞE OLDUKTAN SONRA MAHLAS İSİMLE ÇALIŞIYOR

Washington Büyükelçiliği Basın Ataşesi olarak görev yapan M. K. S. 675'ye tabii devlet memuru olduktan sonra, dergide Senih Kartal mahlas ismi ile haberler yapmaya başlıyor. Dergi'nin Washington temsilciliğini de Senih Kartal mahlas ismiyle yapan M.K.S, AK Parti-Cemaat kavgasında özellikle sosyal medyada da Başbakan Erdoğan ve AK Parti aleyhine Psikolojik Harekat ve ajitasyonel haber ve yazılar da yazmaya da devam ediyor.

FETHULLAH GÜLEN İLE SIK SIK GÖRÜŞÜYOR

Öte yandan yine elde edilen biglilere göre, Washington Büyükelçiliği Basın Ataşesi olarak görev yapan M. K. S'nin Fethullah Gülen'in ABD'deki önemli isimlerinden biri olduğu da kaydediliyor. M.K.S.'nin sıklıkla Fethullah Gülen ile biraraya geldiği de elde edilen bilgiler arasında.

TSK'DA 'DİSİPLİNSİZLİK SUÇUNDAN İHRAÇ EDİLMİŞTİ

27 yıl önce Yüksek Askeri Şura kararı ile ve ''Disiplinsizlik'' nedeniyle, Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarılan Piyade Teğmen M. K. S., görevden alındıktan 26 yıl sonra Türkiye'nin Washington Büyükelçiliğine Basın Ataşesi olarak atandı. M.K.S 1985 yılında Kara Harp Okulunu bitirdikten sonra Ankara 4. Kolordu Komutanlığına Piyade Teğmen olarak atanmış, 1987 kış dönemi YAŞ toplantısında da, ''Disiplinsizlik'' nedeniyle TSK'dan ihraç edilmişti.

YASADAN YARARLANMIŞTI

TBMM'de bir süre önce benimsenen 6191 sayılı kanunun geçici maddesi uyarınca, 12 Mart 1971'den bu yana, Yüksek Askerî Şûra kararları ile TSK'dan ilişiği kesilenlere emeklilik hakkı tanınmış, yaş ve diğer şartları taşıyanlara da, yeniden kamuya dönme hakkı verilmişti. Bu kişilerin Bakanlıklarda araştırmacı kadrosuna atanmaları öngörülmüştü. M.K.S.'de, bu yasadan yararlanarak Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğünde araştırmacı olarak görevlendirildi. Daha sonra da 657 sayılı Devlet Memurları kanununda yer alan ''İstisnai görev'' maddesine dayanılarak, üçlü kararname ile Washington Büyükelçiliğine Basın Ataşesi olarak atandı.

http://www.analizmerkezi.com/cemaatin-washington-kostebegi-ortaya-cikti-37179h.htm