Fethullah Gülen Hocaefendi'den
önemli uyarı!
16 Ara 2013 10:58 Samanyolu HaberMuhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin yeni sohbeti Herkul.org sitesinde yayınlandı
- Doğru olmayan bir mesele, İstanbul’un fethi gibi büyük bir iş bile olsa, ayağın ucuyla itilmeli ve “lazım değil” denmeli.
- Hizmete kendini vakfedenlerin bankada bir şeyleri olmamalı; arsa ticaretinde olmamalılar.
- Ne yaparsak yapalım.. doğru konuşmalı, imam namaz kıldırırken doğru kıldırmalı, oruç tutan doğru oruç tutmalı..
- Doğruluğumuzla kendimizi ifade ettiğimiz zaman, Allah’ın izni inayetiyle, bütün kapılar ardına kadar açılacaktır.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi 'nin yeni hasbihali Herkul.org sitesinde yayınlandı. "Doğruluk, Sadâkat ve İş Hayatının Sâdıkları" başlıklı Bamteli sohbetinde muhterem Hocaefendi, önemli değerlendirmelerde bulundu. İşte Hocaefendi'nin yeni sohbeti....
'Doğruluk, Sadâkat ve İş Hayatının Sâdıkları'
VİDEO İÇİN TIKLAYIN
* Peygamberler (alâ seyyidina ve
aleyhimüsselam), özellikle sıdk, emanet, tebliğ, fetânet ve ismet-iffet
gibi çok mümtaz vasıflarla muttasıftırlar. Peygamber yolunda
yürüyenlerin de bu üstün ahlâkı esas edinmesi ve bu güzel vasıfları
temsil etmesi lazımdır. (00:25)
* Peygamberliğe ait vasıflardan biri de, her türlü ayıptan münezzehiyettir.
Peygamberler masum, iffetli, sâdık, emin ve firaset sahibi insanlar
oldukları gibi, her türlü ayıptan da münezzehtirler. Onların
hastalıkları bile geçici bir imtihandır, kalıcı değildir. Onlar,
kendi toplumları ve çevreleri tarafından asla tiksinti duyulmayan,
görenlere Allah’ı hatırlatan, herkese emniyet vaad eden ve hallerine
imrenilen insanlardır. Hazreti Câbir der ki: “Bir gün mescidde
oturuyorduk. Ayın tam ondördüydü. Tepemizde kamer, ışıl ışıl parlıyordu.
O sırada Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) mescide girdi. Bir
aya, bir de O’na baktım; kasem ederim ki, Allah Rasûlü’nün yüzü aydan
daha parlaktı.” (00:42)
* Sıdk dendiğinde daha
çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir. Fakat aslında
sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü
uydurma beyan ve tavırdan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın
iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vâki her
şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha
şümullü bir tabirdir. Nur Müellifi, “Müseylime’yi esfel-i sâfilîne
düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı
âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur.” der. (02:54)
*
Sıdk ve sadâkatte zirveyi tutan; hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta
mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa
kilitlenmiş olan hak erleri “sıddîk” ünvanıyla anılmaktadır. Özü sözü
bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve
olabildiğine sâdık insanlardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu
aleyhi ve sellem) sıddîklar üstü sıddîktır. O’nun getirdiği her şeyi
tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal
vermeyecek şekilde- iman eden ve i’lâ-yı kelimetullahı hayatının gâyesi
bilen Hazreti Ebu Bekir (radiyallahu anh) sıddîk-i ekberdir. Sıddîklar
sıddîkının mualla zevcesi ve Sıddîk-ı ekberin kızı Hazreti Aişe-i
Sıddîka annemiz de sıdk ve sadâkatiyle maruftur. (05:20)
* “İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah!” (09:19)
*
Adanmış ruhların en önemli yanlarından biri de sadâkattir. Sadâkat; söz
ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru
olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa
hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik
yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu,
maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak hâlis bir niyetle
Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir
kelimedir. Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası
haline getirip, insanlarla olan muamelelerinde hep dürüst davranan;
günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki
muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına, ticaret sahasındaki
uygulamalarından iş hayatındaki muamelelerine kadar bütün söz ve
davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı
hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara “sâdık” denir.
*
Doğru olmayan bir mesele, İstanbul’un fethi gibi büyük bir iş bile
olsa, ayağın ucuyla itilmeli ve “lazım değil” denmeli. (11:50)
*
Kendini mefkûresine adamış insanlara diyorum bunları, başkaları beni
alakadar etmez. Kabul ederlerse, kardeşlerime diyorum, dostlarıma
diyorum.. günde beş vakit namazda -yemin ederim- “Kardeş, dost,
taraftar, muhib, sempatizan.. Allahım ihya eyle onları!..” diye duam
çerçevesi içine aldığım insanlara diyorum: Gaye-i hayallerini ikâme
etmeye kendisini adamış insanlar, kendileriyle yüzleştiklerinde, şayet
işin içinde bir bit yeniği varsa.. İstanbul’un fethi, Belgrad’ın
fethi, yeraltından yolların yapılması, denizaşırı yerlere ulaşılması,
olmaz şeylerin olması, göklere helezonların kurulması.. Merih’lerde,
Utarid’lerde, Zuhal’lerde sarayların yapılması.. bütün bunlara muvaffak
olsalar; sonra bir de dönüp nöronlarını adeta böyle teşrih masası
üzerine yatırarak teker teker onları cımbızla yoklatsalar, mikroskopla
baksalar.. şayet onlardan birisine bulaşmış böyle bir benlik varsa,
bir takdir hissi varsa, yaptıkları bütün bu güzel şeyleri ayaklarının
tersiyle itecek kadar o mevzuda sadâkat içinde olmalı ve Allah’a
bağlılıklarını ortaya koymalıdırlar. Başkalarının başka şekilde bir
kısım ruhsatları değerlendirmeleri ve kendilerine göre bir kısım
fetvalar icad etmeleri, kendini hak ve hakikati ikâme etmeye adamış
insanları aldatmamalıdır. Bunlar insî ve cinnî şeytanların tesvilâtıdır
ve onlara karşı sur içinde sur oluşturulmalıdır. (14:45)
*
Birilerini aldatırsak, esasen farkına varmadan dinimizin sinesinde bir
yara açmış oluruz. Bir yerde yatırım yapıyoruz, iş adamıyız, birileriyle
anlaşma yapıyoruz, birilerine hak ve hakikati anlatıyoruz; birileri
bizi bir yere koymuş bir şey zannediyorlar.. biz şahsî hayatımız
itibarıyla sadâkati/doğruluğu deldiğimiz takdirde hiç farkına varmadan
karşı tarafın düşüncesinde, anlayışında, bakışında, dinde bir delik
açmış oluruz; “Bu din de delik!.. Bunda da boşluklar var.” derler. Bu
açıdan da bir hukuk-u âmme gibidir. Dine kendini adamış insanlar, öyle
bir istikamet içinde yaşamalıdırlar ki, Ebu Zerr el-Ğıfarî gibi bir
yerde kefensiz, gömleksiz ölmelidirler. Kefensiz, gömleksiz ölmeye hazır bulunmadır asıl mesele. (17:19)
*
Allah size yüz kırk küsur ülkeye ulaşma imkanı vermiş. Bu imkanla,
Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olursanız, sözde, tavırda, davranışta,
konuşmada, telkin ettiğiniz şeylerin arkasında olmakta ve yaptığınız
şeylerde istikameti korumada başkalarını imrendirirsiniz, kendinizi
ütopya yaşanan bir dünyadan gelmiş gibi gösterirsiniz ve “Keşke biz de
bu dünyaya akabilsek!” dedirtirsiniz. Fakat, -hafizanallah- bir
tarafta bir boşluk, hakkaniyetsizlik, kezib olursa, milletin bakışı da
ona göre olur; “Demek ki bunların din adına dayandıkları temel
sistemlerde böyle boşluklar var.” der ve dinden nefret ederler. Kimsenin
hakkı yoktur insanları dinden nefret ettirmeye. Bizim vazifemiz;
Allah’ı, Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’an’ı ve dini
sevdirmektir, bu da sizin bu mevzudaki istikametinize vabestedir.
Aksi takdirde, Devr-i Risalet Penahi’den bu güne kadar gelen hakiki
mü’minler, Allah’ın huzurunda, bu türlü insanlardan davacı olurlar; “Biz
bu emaneti bizden sonrakilere arızasız, kusursuz, delik deşik etmeden
verdik, ama onlar onu kalbur gibi delik deşik ettiler, her gayr-ı
meşruyu meşru saydılar, insanları dinden kaçırdılar, davacıyız Allah’ım”
derler. (19:28)
* Dünyaya ait zevkler,
sefalar, imkanlar, meşru dairede değilse, Allah’ın çizdiği çizgi içinde
değilse, hesabını verebileceğimiz durumda değilse, bütün dünya bütün
hezafiriyle yerin dibine batsın, bizi de batırsın.. ama meşru dairede ise, Allah size o istikamette şehbal açma lütfunu ihsan buyursun. (21:52)
*
Sadakat ya hu!.. Evet, tekrar edelim: “Mü’mine sadakat yaraşır görse de
ikrah / Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.” Doğru olmayana vâh
vâh!.. Hususiyle öbür tarafta… (22:20)
* Yavuz
Bülent Bakiler beyefendi, Türkçe Olimpiyatları münasebetiyle demişti ki:
“Osmanlı Devleti, dünya muvazenesinde muvazene unsuru olan büyük bir
devletti. Bütün devletlere sözünü geçirecek bir konumu vardı. Fakat o
dönemde bile bu ölçüde bir açılım olmamıştı.” Bu açıdan mesele hafife
alınmamalı. Bununla beraber, işin bir ikram-ı ilahiden ve istihdamdan
ibaret olduğu da nazardan dûr edilmemeli. (23:18)
*
Thomas Michell’e en çok tesir eden hadise, Güneydoğu’da ateşin
karşısında çalışan bir demirci ustasının onca ter dökmesinin ve
gayretinin sebebi sorulunca “Falan ülkede baktığım bir okul var; çalışmak zorundayım!” demesi olmuş. (24:56)
*
Bozyaka’nın üst katında yapılan bir himmet toplantısında bir şeyler
anlattım; herkes de bir şeyler taahhüt etti. Utanıyordum da.. kendime
istemiyorum.. alan başkası, yazan başkası, hesap eden başkası.. ama yine
de utanıyordum. Tabiatımda istemeye karşı bir utanma var ama hizmetin
hatırına o dilenciliğe de “eyvallah!” Odama çekilmiştim ki askeriyeden
emekli olmuş bir insan kapımın tokmağına dokundu; elinde şangır şangır
anahtarlar, “Orada herkes himmet etti, benim verecek bir şeyim yoktu,
evimin anahtarlarını veriyorum!” dedi. Bu ruh oluşmuştu. Bu öyle bir
histir ki, Allah’a inanmayınca olmaz bu mesele. Dünyanın 150 ülkesinde
Anadolu insanı kendi değerleriyle ve kendi kültürüyle varsa, esasen bu
anlayış sonucunda olmuştur. (27:00)
* Ne
yaparsak yapalım.. hatib hutbede konuşurken doğru konuşmalı, vaiz
kürsüde konuşurken doğru konuşmalı, imam namaz kıldırırken doğru
kıldırmalı, oruç tutan doğru oruç tutmalı.. tüccar, yatırımcı,
sanayici, değişik işlerle meşgul olan insanlar da orada bulundukları
birim itibarıyla, yer itibarıyla meselenin müsait olduğu ölçüde
(belvâ-yı âmmdan istisna adına diyorum bunu: müsait olduğu ölçüde)
sadakatten kat’iyen ayrılmamalılar. Allah onlara lutfeder, verdiklerinin
on katını verir. Bir taraftan da sistemlerini, çağın gereklerine
göre çok iyi işletmeliler; harama girmeden, akıllarını kullanmalılar;
himmetleri tek başına bir yerde bir işe yaramıyorsa, himmet inzimamıyla,
büyük projelere talip olmalılar. Bâkir Afrika’ya girmeliler, bir
manada bâkir Brezilya’ya, Arjantin’e girmeli, yatırımlar yapmalılar. Bir
taraftan, Türkiye zenginleşmeli; bir diğer taraftan da oralarda olan
eğitim ve irşad hizmetlerine de arka çıkmalılar. Yani yaptıkları bir
şeyle çok şey yapmalılar Allah’ın izni inayetiyle. (30:44)
*
Hizmete kendini adamış insanlar da o arkadaşların teveccüh, güven ve
itimadlarının sarsılmaması için dünyaya girdikleri gibi “Varım ol Dost’a
verdim hânümânım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım
kalmadı.” (Ahmedî) diyecek kadar o mevzuda hasbî, diğergâm, hiçbir
şeysiz olmalıdırlar. Hizmete kendini vakfedenlerin bankada bir
şeyleri olmamalı; arsa ticaretinde olmamalılar; “Benim de bir yerde
müsait bir evim olmalı!” falan düşünmemeliler. “Benim vazifem hizmettir,
benim yeryüzünde bir dikili taşım olmamalı!” Aksi takdirde, güvenen
insanları aldatmış ve onların itimadını sarsmış olurum. İtimad
kırılınca da dünyanın dört bir yanına el uzatan o fedâkar insanlar
tereddüt yaşarlar, “Acaba bunlar kendileri için mi bir şeyler yapıyor?”
derler. Elli defa bizim hesaplarımızı, çıkınlarımızı, kredi alanlarımızı
yoklasalar, hep “züğürt” diyebilmeliler. (32:25)
*
Orta Asya’ya açılan iş adamlarının -çoğunun- genç eğitimciler kadar
başarılı olamayışlarının sebebini açıklama sadedinde “hocalar hocası”
Prof. Dr. Sabahattin Zâim’in ‘90’lı yıllarda yaptığı tahlil şöyle
olmuştu: “Türkiye’de okul sistemimiz oturmuştu; öğretmenler, rehber
talebelerimiz vardı. Bir de Türkiye’de sistemin felsefesi kabul
edilmişti. Onun için biz sistemi buradan alıp öbür tarafta kurduk,
başarılı olundu. Ama Türkiye’nin içinde, yatırım, sanayi, ticaret
alanında henüz biz kendi düşüncemize göre sistemimizi kuramamıştık. Dolayısıyla o portatif şeyin bir parçasını alıp dünyanın değişik yerlerinde aynıyla uygulama imkanı bulamamıştık.” (35:13)
*
Tuskon’daki arkadaşlar -Allah sa’ylerini meşkur etsin, birlerini bin
etsin- o sistemi belli ölçüde Türkiye’de oturttukları gibi.. inşaallah
bir gün tamamıyla oturur, en şiddetli ekonomik krizler karşısında bile
sarsılmayacak kadar çok sağlam statiklerle, blokajlarla meseleyi
Türkiye’nin içinde öyle oturturlarsa, o sistemi aynıyla bütün dünyada da
uygularlar Allah’ın izniyle. Belli ölçüde yapılıyor bu şu anda. Çok
ciddi bir teveccüh var, itimat var. Arkadaşların anlattıklarına göre;
devlet başkanları ya da o ülkenin ticaretiyle, sanayisiyle meşgul olan
bakanları “Biz bu projeyi sizinle realize etmek istiyoruz!” diyorlar.
İnşaallah öyledir. Allah bizi kardeşlerimizle, kardeşlerimizi de
bizimle utandırmasın. İnşaallah utandırmayacaklar, hep öyle gidecek, hep
güven vadedecekler. Mesele belli ölçüde oturmuştur. Fakat bütün
dünyada kabul edilen adeta bir marka haline gelmek zaman alır. Hatta
sadece kendileri değil, başkalarını da yanlarına alarak, bazı projeleri
refik kurumlarla beraber realize ederler. Sonra dünyada adeta bir marka
haline gelir ve herkese “Bir iş yapılacaksa, ancak bu insanlarla
yapılır!” dedirtirler. Bu da zamana vabestedir. (38:00)
* Hasılı; Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor:
“Necat (felah, fevz, başarı) doğruluktadır.” Doğruluğumuzla kendimizi
ifade ettiğimiz zaman, Allah’ın izni inayetiyle, doğrulara bütün
dünyanın kapıları ardına kadar açılacaktır kendi kendine.. top
gülleleriyle değil, mancınıklarla değil.. bizzat sizin kapının tokmağına
dokunmanızla, o tık tık sesi işitenler, “Buyurun sizi bekliyorduk!”
diyecekler Allah’ın izni inayetiyle… (44:15)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder