HERŞEYİN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR. Sizin bir planınız, bir hesabınız varsa, Allah’ında bir planı bir hesabı var.

14 Mart 2014 Cuma

Siyasal İslam'ın Katline Ferman



       15.09.2013                                                      
     Dünya düzenini doğrudan ilgilendiren siyaset ve ekonomi alanlarında ne kadar güçlüyseniz, bazı olguları ve kavramları üretme, yerleştirme ve tahkim etme hususunda o kadar söz sahibisinizdir. Ekonomik olarak güçlü değilseniz; siyasetinizin etki gücü sınırlı olacaktır. Ekonomik olarak güçlü değilseniz, askeri caydırıcılıktan söz edemeyiz. Pek tabi elinizdeki ekonomik kaynakları etkili kullanabilecek bir gelecek tasavvuru ve tahayyülünden, bunları gerçekleştirebilecek yetişmiş insan kaynağından yoksunsanız, bal yapamayan arılardan bir farkınız kalmaz. Körfez monarşileri buna iyi bir örnektir.
   
Elinizdeki kaynakları doğru değerlendirirseniz, bunu ekonomik güce çevirirsiniz. Bunun için sahip olduğunuz insan kaynağını iyi bir eğitim ve sağlam bir gelecek vizyonu ile yetiştirmelisiniz. Sivil ve askeri savunma sanayinizi kendiniz oluşturmadıkça, düşünsel dünyanızın çerçevesini kendiniz çizmedikçe, elinizdeki paranın bir kıymeti olmaz. Bugün kullandığımız ve insan hayatını kolaylaştıran çoğu teknolojik araç, bizlerin eline geçmeden önce aslında askeri anlamda geliştirilmiş ve savunma düşüncesinin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bugün hangi ülkeler ekonomisini etkin bir şekilde kullanıyorsa, askeri / sivil teknoloji üretiyorsa, hangi ülkeler dünya siyasetinde yaptırım gücüne sahipse; o ülkeler aynı zamanda dünya düşünce sisteminin de en etkili oyuncularıdır. Siyasi, felsefi, tarihi bir takım olayları kendilerini merkez alarak konuşur, tartışır ve sizi kendi istedikleri kavramlara sokarak değerlendirirler. Bugün İslam dünyasında ortaya atılan tüm ayrıştırıcı kavramlar, Batı dünyası tarafından ya ortaya atılmış, ya da beslenmiştir. Zamanla, “Ben Müslümanlardanım” sözü yetmez olmuş; çeşitli kavramlarla kendimizi tarif etmeye başlamışızdır. Batı düşünce dünyası tarafından üretilen İslamcılık – maalesef radikal ve ılımlı halleri de bulunmaktadır– kavramı, Müslümanlar tarafından başlarda pek sahiplenilmese de, düşünsel anlamda etkin bir üretimimiz olmadığı için bu türden kavramlaştırmalara karşı bir reddediş, bir yeniden tanımlama, bir mütekabiliyet geliştiremiyoruz.

     Siz iyi yetişmiş bir Müslüman olarak siyaset yaparsanız ve yaptığınız siyasette İslami duyarlılıklar gösterirseniz sizin adınız ‘İslamcı’ ve yaptığınız siyasetin adı ‘siyasal İslam’ olur. Bunun adını da siz koyamazsınız, yine Batı size bu ismi verir. Niye? Çünkü onların geliştirmiş olduğu diğer siyasi kalıplara uymamışsınızdır, mesela bir liberal düşünceyi kabullenmemişsinizdir. Bu yüzden sizi ve siyasetinizi yeni bir kavramlaştırmaya tabi tutarlar. Yahudiler veya Hıristiyanlar dinlerini ön planda tutup siyaset yaparsa problem yok, ama siz bir Müslüman olarak bunu yaparsanız, hoşlarına gitmeyecek her siyasi davranışınızda, altında bazı ön kabuller ve ön yargılar yatan bir takım eleştirilere de maruz kalırsınız. Batı dünyası bunu yapar da, aynı hassasiyetleri ve toprakları paylaştığınız insanlar bu ayrıştırıcı ve dışlayıcı değerlendirmeyi yapmaz mı peki? Kralını yapar. Çünkü onlar her daim kraldan çok kralcı bir tutumu benimsemişlerdir. Misal, AK Parti’ye oy vermiş kişiler, liderlerine ve o liderin temsil ettiğini düşündükleri kendi düşünce dünyalarına dair bir saldırı sezmişlerse ‘Mücahit Erdoğan’ diye bağırabilirler. Bu bağıranların içinde temsili olarak kefen giymiş az sayıda insan da bulunabilir. Peki, Batı bu durumu/görüntüyü hoş karşılar mı? Zannetmem. Peki, kraldan çok kralcı insanlar bu durumu/görüntüyü nasıl karşılar? Önce batıya bir selam çakılır ve denir ki; “Erdoğan’ın ürpertici siyasal İslam ideolojisinin yeni işaretleri: kefen giyen insanlar ‘Cihadist Erdoğan’ diye bağırıyor.” Tüyleriniz ürperdi değil mi? Bu Batı’ya çakılan selamlardan sadece biri ve bunu zaten ülkemizde İslam’dan nefret eden bir güruh yapmıyor. Bizatihi, İslam’ı referans alarak hareket ettiğini iddia eden bir gruba mensup kişiler yapıyor, üstelik ‘mücahit’ kavramının İngilizcede ‘jihadist’e tekabül etmediğini bildikleri halde…

     Mücahit kavramının daha çok Rus işgaline karşı ülkelerini savunan Afganlar veya Çeçenler için kullanıldığını, cihadist kavramının ise insanların video görüntüleri eşliğinde kafalarını kesen El-Kaide türevi terör örgütleri için kullanıldığını bildikleri halde kendi ülkesinin liderini ve insanlarını neyle eşdeğer tutarak Batı’ya şikâyet ettiklerini görüp sinirlenmeyin. Zira bu kıvrak duruş sadece söylemlerden ibaret değil. Ülkemizin içinden geçtiği bu zor süreçte, bu söylem yerini eyleme bırakmıştır. Suriye’ye giden yardım tırları (içinde ister silah, ister gıda maddesi olsun fark etmez) El-Kaide’ye gidiyor diye ortalığı ayağa kaldıranlar da biliyor yardımların kime gittiğini, ama onlar Aliya İzzetbegoviç’in “Bize ekmek değil, silah gönderin. Ölüler ekmek yiyemez.” söyleminden de bir şey anlamadıkları için, Bosna’ya yardım götüren ilk sivil insani yardım kuruluşu olan ve dünyanın pek çok yerinde yardım faaliyetleri yapan İHH’yı bile El-Kaide ile ilişkilendirmekten geri durmadılar. Neyse dediğimiz gibi örnekler çoğaltılabilir.

     Asıl mesele şu ki; Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da cereyan eden ve Arap Baharı denilen hadiselerden sonra, şimdi de ülkemizde oluşturulan suni gündemlerle kaos ortamı oluşturulup, bu ortamı kendi lehlerine çevirme çabası göze çarpıyor. Batı dünyası neye önem veriyor? Demokrasiye ve insan haklarına. Peki, Batı dünyası Filistin’de, Mısır’da ve dünyanın birçok yerinde nerede duruyor? Demokrasinin ve insan haklarının tam karşısında duruyor. Neden? Çünkü demokrasi ile iş başına gelecek kişiler onların emir kulu olmayacak kişilerdir. Bu yüzden, Batı’nın bu ikiyüzlülüğü El-Kaide ve türevleri için can suyudur. İnsanlar başlarındaki iktidarlardan, despot yönetimlerden, zulümlerden kurtulmak için demokrasi istiyor. İnsanlar kendi yöneticilerini kendileri seçmek istiyor. Fakat Batı dünyası bu insanların seçtikleri yöneticileri tanımıyor. Bir darbe ile düşürülmelerine göz yumuyor ve hatta darbeleri destekliyor. Ambargolar uygulayıp bezdirme taktiğini devreye sokuyor. Filistin’de Hamas, Mısır’da İhvan hareketi, Türkiye’de ise AK Parti hareketi ‘siyasal İslam’ hareketleri olarak değerlendirilip Batı dünyasının çıkarları açısından tehlikeli görülüyor. Mısır’da seçimle işbaşına gelip darbeyle indirilen İhvan’ın terör örgütü ilan edilmesinden sonra, monarşi ile yönetilen Körfez ülkeleri de İhvan’ı terör listesine aldı. Bölgenin en köklü ve en teşkilatlı toplumsal yapısı olan İhvan Hareketi, her daim monarşi ile yönetilen bölge ülkeleri ve onların ağababaları Batı dünyası tarafından kendi çıkarlarına yönelik bir tehdit olarak görülmüştür. Hamas, Batı dünyası tarafından zaten terör örgütü olarak görülüyor ve burada da insanların verdikleri oyların bir kıymeti olmadığını görüyoruz. İsrail, Gazze’yi denizden ve karadan ambargo altında tutup insanları bezdirme yoluna giderken Batı dünyası en fazla kınamakla yetiniyor. Türkiye’de AK Parti hükümeti şu son süreçte neyle suçlanıyorsa, bilin ki bu suçlamaları yapan ve yayan kişiler başka bir takım hesaplar güdüyor.

     Adalet ve temiz siyaset gibi söylemler bu durumlara haiz olmayan insanlar tarafından dile getiriliyor. Recep Tayyip Erdoğan’ı otoriter ve diktatör gibi söylemlerle eleştirenler, aslında ona diş geçiremedikleri, her istediklerini yaptıramadıkları, politikalarını tasvip etmedikleri için bu yakıştırmaları yapıyor. Yoksa biz bu kesimlerin ne kadar otoriter ve ne kadar diktatör sevici olduklarını, kurdukları ilişkilerden biliyoruz. Yabancı gazeteci olarak ülkemizde çalışan ve Türkiye Cumhuriyeti devletini teröre destek veren ülke konumuna düşürmek için çırpınan, gazeteciden çok bir kampanyanın neferi gibi hareket eden biri, trajikomik şekilde bir Suudi gazetesine ‘Türkiye’de demokrasi tehlikede’ başlığıyla makale yazabiliyor. İslamofobik Cumhuriyet Gazetesi’yle kendi gazetesinin yayın çizgisini aynı kefede görmekten rahatsız olmayan ve İngilizce yayın yapan bir gazetenin genel yayın yönetmeni ise malum hareketin Azerbaycan’daki ‘kazanımları’ tehlikeye düşünce Aliyev’e naat tarzında bir makale yazmaktan kendini alamıyor. Recep Tayyip Erdoğan’ı iktidar yıprattı ve yozlaştırdı diyenlerin, Uganda’da 1986’dan beri devlet başkanı olan bir zattan aldığı övgüler neticesinde mutluluktan başı dönebiliyor. Hatırlarsanız, Gezi olayları ile beraber yabancı basın-yayın organları tarafından dile getirilen otoriter söylemleri, zamanla yerini diktatör söylemlerine bırakmıştır. Planlı bir şekilde yapılan bu algı operasyonu bugün kendilerince meyvelerini vermektedir.

     Diktatörlükle yönetilen herhangi bir ülkede bir hafta bile kalamayacak olan yurdum insanları, diktatör dedikleri adamın yönettiği ülkede onun yaptığı hizmetlerden faydalanırken, her gün kendisine sövmekten de geri durmuyorlar. Birçok gazete ve televizyon her gün Recep Tayyip Erdoğan saplantısı ve nefreti ile yayın yapıyor. Fakat sevmedikleri adamın halkta büyük bir karşılığı olduğunu görünce de nefret dozajını arttırmaktan ve kirli oyunlar sergilemekten vazgeçmiyorlar. Gezi olaylarından çıkan sonuç; eylemlere katılanların fikri ve siyasi açıdan ortaya koydukları sağlam bir gelecek vizyonunun ve hatta elle tutulur hiçbir argümanın olmamasıdır. Üçüncü köprünün, üçüncü havaalanının ve Kanal İstanbul projelerinin yapılmamasını isteyenler, böylelikle asıl niyetlerini ve kime hizmet ettiklerini de göstermiş oldular. Zira aynı günlerde Batı medyası da aynı projeleri eleştirip, bir de bu dev projeler üzerinden Recep Tayyip Erdoğan’a ‘Firavun’ benzetmesi yapıyorlardı. Hatırlarsanız, bu benzetme daha sonra başkaları tarafından da kullanılmıştı. Bu dev projelerin her birinin Batı tarafından ekonomik açıdan kâr-zarar denkleminde değerlendirildiğini hatırlatmakta fayda var. Örnekler çoğaltılabilir, ama son süreçte ülkemizde ve uzun zamandır da bölgemizde meydana gelen gelişmelerden çıkaracağımız sonuç şudur: Kendi ülkelerinin hayrına işler yapmış ve yapacak olan, meşru ve seçimle iş başına gelmiş ve doğal olarak toplumda ciddi bir karşılığı olan hareketler, Batı dünyası ve onların içerideki destekçileri tarafından ‘siyasal İslam’ hareketleri olarak adlandırılıp kendi çıkarlarına ters düştükleri için bertaraf edilmesi ve hatta ortadan kaldırılması gereken hareketler olarak görülüyor. Şu anda bu anlamda onlar için son kale Türkiye’dir. Bunun için de hedefe giden yolda yapılan / yapılacak her şey meşru kabul ediliyor. Ortada itibar cellâtlıkları, karakter suikastları, kasetler ve mesnetsiz iftiralarla siyaseti dizayn etme girişimleri vardır. Recep Tayyip Erdoğan’dan nefret edip hakkında ayaküstü elli tane komplo teorisi uyduracak kişiler, peyderpey piyasaya sürülen ve amacı apaçık şekilde belli olan bir projeden nedense kuşkulanmıyorlar. Öte yandan, dün Recep Tayyip Erdoğan’a destek verenler yakın siyasi tarihe bakmış olsalar, içine düşürüldükleri pozisyondan hicap duyarlar. Aynı oyunlar, Menderes’e de, Özal’a da, Erbakan’a da oynanmıştır ve maalesef bu oyunlardan netice de alınmıştır. Bu isimlerin hepsi aslında temsil ettikleri değerler ve o değerlerin öngördüğü gelecek tasavvurundan ötürü hedefe konulmuş ve saldırılara maruz bırakılmıştır.

     Siyasal İslam’dan hazzetmeyen kraldan çok kralcılar her gün bu doğrultuda yazılar yazmakta, yayınlar yapmakta ve siyasal İslam’ın öngördüğü ve inşa ettiği gelecek tasavvurunun fikren içini dolduran, çerçevesini çizen kişileri halkın gözünden düşürmek için her türlü kirli tezgâhı kurmaktadırlar. Amaç; Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti’ye destek olan insanları bundan vazgeçirmektir. Bu uğurda da insanları sokağa çıkamayacak hale getirmek ve siyasi-ekonomik kriz ortamı oluşturarak insanları bezdirmek için çalışıyorlar. Bunun için yan yana gelmesi normal karşılanmayacak olan yapılar garip bir ittifak kurmuştur. Bu ittifak, meşru ve seçimle işbaşına gelmiş, halk tabanında ciddi bir karşılık bulan ve başarılı bir siyasal İslam hareketi olan AK Parti’nin katline verilen fermanı yerine getirmek için cellâtlığa soyunmaktadır. Bu arada sürekli ‘kazanımlar’dan dem vurup duran ve bu ittifakın bir ortağı olan malum kesim şu hikâyeye dikkat etsin: Aslan ile ayı aynı geyiğe saldırırlar ve geyik ölür. Fakat bu sefer de geyiği kim yiyecek diye kavgaya tutuşurlar. Uzaktan bir tilki de sessizce bu kavgayı seyretmektedir. Aslan ile ayı kavga etmekten öylesine yorulmuşlardır ki, bırakın geyiği yemeyi, ikisinin de hareket edecek kuvvetleri kalmamıştır. Bu durumu gören tilki ise hızlıca gelir ve geyiği alıp götürür… Bu kıssadan hareketle, herkes meşrebi ve mecrasına göre hareket etmeli, tilkilerle ittifak kurmaktan vazgeçmelidir. Aksi halde dönecek bir mahallesi kalmaz.

Yunus Gökhan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder