Fethullah Gülen Hocaefendi'den çok önemli uyarı!
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi bu haftaki bamteli sohbetinde önemli uyarılarda bulundu.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi
, herkul.org internet sitesinde yayınlanan bu haftaki bamteli
sohbetinde tazyikler, ezilmeler, sıkıntılar ve arzumuza göre yaşama
imkânlarından mahrum bırakılmalar karşısında "Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı sübhânîsini arzularımıza tercih etmemiz lazım" dedi.
"Çok
kötü şeyler duyabilirsiniz; rica ediyorum ben, aynıyla mukabelede
bulunmamak lazım. Şimdilerde Twitter denen şeyler var; iyi şeylere
tercüman olursa, Allah’ın rahmeti; insanları birbirine düşürüyorsa,
Allah’ın belası şey. İnsanlar birbirine atıp duruyorlar. İnsanlar bu
atmalara geliyor, bu defa da onlar atıyorlar. Birisi diyebilir ki “Maske
düştü!..” A be birader, sen mü’minsin, yapma bunu. Eğer Kıtmirin
maskesi olsaydı kırk seneden beri ehl-i dalalet onun yakasından elini
çekerdi. 1960, 1970, 1980 ve 28 Şubat’ta preslendim. Ama sana demiyorum,
“Niye senin yakana elini uzatmıyor?” Hazreti Musa, Hazreti İsa ve
Peygamber Efendimiz (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam)
yakalarını başkalarından kurtarabildiler mi? Bence senin kendi durumunu
bir kere daha gözden geçirmen lazım. Ama ben, bana kalırsa, bu kadarcık
da olsa bunları dememeliyim. İncinsek de incitmemeliyiz, kırılsak da
kırmamalıyız. Hep gönül alıcı bir tarzda hareket etmeli, nazargâh-ı
ilahi olan kalblere kat’iyen dokunmamalıyız. Bize düşen şey
“Eyvallah!..” etmektir."
Hiç Durmadan Yürüyeceksiniz!..
VİDEO İÇİN TIKLAYIN
İşte Fethullah Gülen Hocaefendi'nin, herkul.org
internet sitesinde yayınlanan "Hiç Durmadan Yürüyeceksiniz!.." başlıklı
sohbetinin önemli kısımları;
Hiç Durmadan Yürüyeceksiniz!..
*Kimden
gelirse gelsin sıkıntılar olgunlaşmanın en önemli yollarındandır. Öyle
olmasaydı, Allah en sevdiği ibâdını adeta bir hamur teknesinde yoğurmaz
ve yoğrulmalarına meydan vermezdi. (00:40)
*Tazyikler,
ezilmeler, sıkıntılar ve arzumuza göre yaşama imkânlarından mahrum
bırakılmalar karşısında Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı sübhânîsini arzularımıza
tercih etmemiz lazım. (01:45)
*Zât-ı
Ulûhiyet’in takdirini memnuniyetle karşılamanın yanında, Hazreti Ruh-u
Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nübüvvetine ve
İslam dinine kanaat etme de çok önemlidir. Fiilî ve kavlî duadan sonra
-netice ne olursa olsun- kader ve kazayı gönül hoşnutluğuyla karşılama
bu kanaatin de gereğidir. Bundan dolayıdır ki, sabah akşam okunması
sünnet olan dualar arasında şu ikrar da mevcuttur:
“Rab
olarak Allah’tan (celle celâluhu), din olarak İslâm’dan, peygamber
olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.”
(02:13)
*Esasen, insan aklı, insan mantık ve
muhakemesi -bunların hepsini tek bir şey kabul etmek de mümkündür-
nübüvvet ve onun vaadettiklerini kabullenip, bu feyyaz kaynaktan tam
yararlanabildiği müddetçe, bir yandan kendi alanının serhaddine ulaşma
yoluna girerken, diğer yandan da başkalarını aldatan birer vasıta
durumuna düşmekten kurtulmuş olur/olacaktır. Her şeyden evvel, böyle
davranmada, bütün varlık ve eşyaya hükmeden sonsuz kudret ve muhit ilme
teslim olma gibi bir husus söz konusudur. İsterseniz siz buna, akıl ve
mantık ürünlerini, akılla, mantıkla elde edilen değişik projeleri ve
farklı alanlardaki araştırmaları, tecrübeleri, yani bütün arzî olanları
semavîleştirmek, arazî olanlarda da cevherin ruhunu aksettirmek için her
şeyi vahye test ettirme de diyebilirsiniz. Aslında aklı yaratan da
Allah’tır, ona vahiy ile derinleşme yolunu gösteren de… Allah, akılla
insanların gözünü açmış, vahiyle de aklın doğru görüp, doğru düşünmesini
sağlayarak, ona daha geniş bir muhakeme alanı hazırlamıştır; hazırlamış
ve o kuşatıcı beyanıyla insanlar üzerinde bağlayıcı hüccetini ikame
etmiştir. Tabir-i diğerle Allah, bütünü birden kucaklayan vahiy
müessesesini, her zaman dağınık ve birbirinden kopuk bir durum arzeden
akıl ve muhakemenin farklı yollarını birleştirecek ve bunların mukayese
ürünlerini de test edebilecek bir laboratuar haline getirmiştir. (07:30)
*Başlangıçtan
itibaren Ashâb-ı kiramın ve sonra selef-i sâlihînin Kur’an ile hadis
mevzuunda sergiledikleri hassasiyet ve gösterdikleri takdire şâyân
gayret sayesinde neyin sahih, neyin mevzû olduğu apaçık ortaya çıkmış;
Kur’ân gibi sünnet de
“Hiç
şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da
Biz’iz.” (Hicr Sûresi, 15/9) âyetinin şümulü içine girmekle ilâhî
sıyânet altında bugünlere gelmiştir. Evet, zikri geçen beyan-ı ilahîde,
Cenâb-ı Hakk’ın kibriya ve azametinin vurgulanmasıyla beraber,
Müsebbibü’l-Esbab’ın, bazı icraatına sebepleri vesile kıldığına da
işaret edilmektedir. Kur’ân’ı indiren de, onu koruyan da Hazreti
Allah’tır. Fakat, Rabb-i Hakîm, Kur’ân’ı indirirken Hazreti Cebrâil gibi
bir elçiyi vazifelendirdiği gibi, Yüce Kitab’ını korurken de vahiy
katiplerini, onların yazdığı nüshaları ve daha sonra da onun her harfine
vakıf hafızları vesile olarak kullanmıştır/kullanmaktadır. Ahmed bin
Hanbel gibi muhaddislerin büyüklüğüne bakıldığında bu hakikat daha güzel
anlaşılacaktır (10:14)
*Kitap ve Sünnet
endazesinden geçmiş ve İcma’ya muhalefeti görülmemiş bir şekilde irşad
hizmeti ve mefkureyi ikâme gayreti devamlı olmalıdır. Yurtiçi ve
yurtdışındaki eğitim müesseseleri böyle bir hizmet anlayışının neticesi
ve problemleri “hal ile halletme” çabasının meyvesidir. (13:00)
*Lügat
manası, Allah’ın kelimesini yüceltmek demek olan “i’lâ-yı
kelimetullah”, ıstılahta Allah’ın adını veya İslâm dininin tevhid
akîdesini şanına uygun bir biçimde yüceltip yayma manasına gelir. Bu
terim “cihat” kelimesiyle de ifade edilmektedir. Peygamber Efendimiz,
gerçek manada Allah uğrunda cihat edenin kim olduğu sorusuna cevap
verirken şöyle buyurmuştur: “Sadece Allah’ın adı yüce olsun diye
(i’lâ-yı kelimetullah için) cihat eden kişi Allah yolundadır.” Allah’a
îman ve O’nun nâm-ı celîlîni i’lâ etme gayreti müminlik şiarıdır.
Aslında, Allah’ın adı zatında yücedir, o her zaman âlîdir. Fakat, “O’nun
adını yüceltme” ifadesini kendi idrakimiz itibariyle, kendi ufkumuzu
aydınlatma açısından kullanıyoruz.. i’lâ-yı kelimetullah derken,
kararmaya yüz tutmuş kalblerin kir ve lekelerinden arındırılarak asıl
sahibine hazır hâle getirilmesini, gönül tahtının Mâlikü’l-Mülk’e,
Melikü’l-Mülûk’e arz edilmesini ve Yaratıcı ile kullar arasındaki
engellerin kaldırılmasını kastediyoruz. İşte bu niyetle yola çıkmış ve
bir kısım hizmetlere azmetmişseniz, meselenin Kur’an ve Sünnet’e uygun
olmasına bakıp kim ne derse desin yolunuza devam etmelisiniz.
Unutmamalısınız ki, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun hiçbir tavrı yanlış
değildi; fakat, O’nun bile bir sürü muhalifi vardı. (16:12)
*Kur’an,
“Mûsâ (aleyhisselam) Tevrat’ı almak için ayrıldıktan sonra ümmeti,
zinet takımlarından, böğürür gibi ses çıkaran bir buzağı heykeli yapıp
tanrı edindiler. Görmemişler miydi ki o heykel onlara hitap edemiyordu,
kendilerine yol da gösteremiyordu. Fakat buna rağmen onu tanrı edindiler
ve zalimlerden oldular.” (A’raf, 7/148) der. Demek ki, atmosferin büyük
ölçüde eşrâra kalması ya da ferağı, İsrailoğulları’nda buzağı
düşüncesinin hortlamasına müsait bir zemin oluşturmuştu. Kendi iç
âlemlerinde sessiz uyuyan o gulyabâni gibi düşünceler, birden hortlamış
ve buzağı olarak şekillenmişti. Orada Sâmirî’nin –ki o da
İsrailoğullarındandır– söylediği şey ise sadece kuru bir mazeretti; Hz.
Musa’nın “Senin zorun nedir ey Sâmirî?” demesine karşılık o“Ben onların
görmediklerini gördüm.” cevabını vermişti. Çoğu müfessir, meseleye,
Sâmirî, Cibrîl’in bastığı yerden bir avuç toprak aldı ve onu buzağı
yapımında kullandı şeklinde yaklaşmışlardır ki, bu gerçekten öyle de
olabilir; evet o, nasıl gönüllerin ve ruhların dirilmesine vesile olan
ilâhî vahyi taşıyordu; cansız cesetlerde hayat kaynağı da olabilirdi. Bu
açıdan da onun ayağını bastığı yerler yeşerebilir, oradan alınan bir
avuç toprakla bütün ölüler dirilebilir. Ne var ki, bunun doğruluğunu
gösteren sağlam bir hadis bulmak mümkün değildir. Buradaki asıl husus,
Kur’ân’ın Hazreti Musa’nın diliyle ifade ettiği gibi, bunun bir fitne ve
imtihan olmasıdır. (18:30)
*İffetsizliğe düşme
insanı dağınıklığa götürür. Dağınık insanların rüyaları da kirlidir,
hayalleri de kirlidir. Tevhid-i kıble etme, sadece O’na yönelme, öyle
bir konsantrasyon, insanın zekasını öyle keskinleştirir ki, o mevzuda
bin tane dâhinin halledemediği meseleyi halleder. Enbiya-yı izam
öyleydiler, onların iffetlerine, ismetlerine, fetanetlerine,
idraklerine, büyüklüklerine aklımız ermez. Fakat, buna rağmen onlara da
itiraz ediyorlardı. (20:48)
*Önemli olan
mesele, Allah ne demişse onu yapmaktır. Bunu yaparken de falana muarız
olma, filanın rağmına davranma, birilerine engel çıkarma veya “birileri
bir şey yaparken biz niye onları bu güzergahta tek başlarına
bırakıyoruz” gibi kıskanma/rekabet etme mülahazalarıyla yapmamalıdır.
Kur’an-ı Kerim’in ve Sünnet-i Sahiha’nın sabit disiplinlerine uygunluk
içinde yapılırsa, orada tereddüt yaşamamak ve engellemeye çalışan kim
olursa olsun, onları görmezden gelmek lazım. “Bir kapı bend ederse bin
kapı eyler kuşad / Hazreti Allah, efendi, Müfettihu’l-ebvab’dır.”
(Şemsî) (21:29)
*Şimdiye kadar ben çok samimi
bir müslüman olduğumu iddia edemem ama işin doğrusu hayatımı O’ndan
başka bir şeye bağladığımı söylersem, Allah’ın o mevzudaki teveccühüne
karşı saygısızlık yapmış olurum; bu da tahdis-i nimettir. Elli defa
engeller olmuştur. Kendimi bildiğimden bu yana hiç presler arasında
ezilmeden kurtulduğumu görmedim. Buradaki de öyle bir şey. Her zaman
üzerime geldiler. Cenab-ı Hak aldı, bir yerden bir yere koydu, bir
yerden bir yere koydu.. sizi de öyle… Hep böyle olagelmiştir. Fakat
bunlar kat’iyen ye’se atmamalı, bizi inkisara uğratmamalı, yapmamız
gereken şeylerden bizi geri koymamalı. (23:28)
*Bütün âleme kabul ettirmek, sevdirmek bizim işimiz değildir. Allah Teala, Peygamberine (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile
“Sen
dilediğin kimseyi/sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, lâkin ancak
Allah dilediğini doğruya ulaştırır. O, hidâyete gelecek olanları pekiyi
bilir.” (Kasas, 28/56)
Hidayet sizin aklî,
fikrî, ihtisâsî bütün letâifinizi hakikati arama istikametinde kullanma
sonucu, Allah’ın sizin içinizde yakacağı bir meşaledir. Siz esbaba
tevessül edersiniz, Allah o meşaleyi içinizde yakar, tutuşturur,
projektör gibi.. her şeyi doğru olarak görürsünüz, O’na ait bir şeydir.
Sa’d-ı Taftazani’nin ifadesiyle, “İman, Cenâb-ı Hakk’ın, istediği
kulunun kalbine, cüz-ü ihtiyarının sarfından sonra ilka ettiği
birnurdur.” (24:36)
*Üstad Hazretleri, bu
mevzuyla alâkalı Celâleddin Harzemşah’ın bir mülâhazasını nakleder:
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu
müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken,
vüzerâsı ve etbâı ona demişler: “Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak
seni galip edecek.” O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda
hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakk’ın vazifesine karışmam.
Muzaffer etmek veya mağlûp etmek O’nun vazifesidir.” Şe’n-i rububiyetin
gereğine karışmam, ne dilerse onu yapar. (25:18)
*Her
mü’min bu mülahazaya bağlı, Kitap ve Sünnet çerçevesinde yapması
gerekli olan şeyleri yapmalı, ne dostun vefasızlığından, ne de düşmanın
cefasından sarsılmamalı. Kimseyi de karşısına almamalı, garazî hareket
etmemeli, yaptığı şeyler tepki edalı olmamalı; bunlar ihlası yıkan,
götüren şeylerdir. Fakat, doğru bildiği şeyin müdafaasından da geriye
durmamalı. Aksi takdirde doğruya karşı saygısızlık yapmış olur. (26:36)
*En
zor şey gönüllere girmektir; bir yerde yaptığı hizmetler bitince,
kenarda oturmayı istemeyip yeni bir vazife daha talep eden insanlara
bunu biz yaptırtabilir miyiz? Belli ki burada bir meşiet-i ilahi var.
İyilik yapıyor, iyiliğe doymuyor, “Hel min mezîd-Daha yok mu?” diyorlar.
Akl-ı selim, hiss-i selim, ruh-u selim diyor ki: “İnsanlık adına bir
şey yapacaksak, yol bu, yöntem bu!..” (31:16)
*Çok
kötü şeyler duyabilirsiniz; rica ediyorum ben, aynıyla mukabelede
bulunmamak lazım. Şimdilerde Twitter denen şeyler var; iyi şeylere
tercüman olursa, Allah’ın rahmeti; insanları birbirine düşürüyorsa,
Allah’ın belası şey. İnsanlar birbirine atıp duruyorlar. İnsanlar bu
atmalara geliyor, bu defa da onlar atıyorlar. Birisi diyebilir ki “Maske
düştü!..” A be birader, sen mü’minsin, yapma bunu. Eğer Kıtmirin
maskesi olsaydı kırk seneden beri ehl-i dalalet onun yakasından elini
çekerdi. 1960, 1970, 1980 ve 28 Şubat’ta preslendim. Ama sana demiyorum,
“Niye senin yakana elini uzatmıyor?” Hazreti Musa, Hazreti İsa ve
Peygamber Efendimiz (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam)
yakalarını başkalarından kurtarabildiler mi? Bence senin kendi durumunu
bir kere daha gözden geçirmen lazım. Ama ben, bana kalırsa, bu kadarcık
da olsa bunları dememeliyim. İncinsek de incitmemeliyiz, kırılsak da
kırmamalıyız. Hep gönül alıcı bir tarzda hareket etmeli, nazargâh-ı
ilahi olan kalblere kat’iyen dokunmamalıyız. Bize düşen şey
“Eyvallah!..” etmektir. (32:56)
*İlle
herkes tarafından kabul edilmek, tahsin edilmek, hüsn-ü kabulle
karşılanmak, takdir görmek.. bu türlü beklentilere girmemeli. Yapacağı
şeyleri belli beklentilere bağlamış insanlar, hayatta başarılı
olamamışlardır. Muvakkaten bazı şeyler sergilemiş olsalar bile bir
muhalif rüzgâr karşısında savrulup gitmişlerdir. Beklentilere işi
bağlamamak lazım. Bizim beklediğimiz bir şey var, o da Allah’ın
hoşnutluğu ve bizim o meseleyi ihlasla O’na karşı sunmamızdır. Ne kin ne
garaz ne nefret, ne kimseye firavun deme ne Nemrut deme ne de tiran
deme!.. Fakat söylenen sözleri bazıları biraz numara/droba bakarak,
güzergâh takip ederek üzerlerine alıyorlarsa, kendi yanlış
te’villeriyle, tefsirleriyle meseleyi yanlış yorumluyor, kendilerine
karşı saygısızlık yapıyorlar. (37.26)
*Unutulması
gerekli olan şeyler dünya ve dünya nimetleridir. Dünya debdebesi dünya
saltanatıdır. Allah’ın ekstradan verdiği kimseler de “Al sana bir okul,
bir yurt, bir okuma salonu…” diyorlar. Size bu kadar güven duyuluyorsa,
bu sizin kredinizdir. Bence kendi hesabınıza ondan bir şey koparmak
suretiyle o krediyi kaybetmeyin; bu defa o yol tıkanır ve bypass
yapmakla da açamazsınız onu. Güven sarsılmamalı, herkes sizi nasıl
biliyorsa öyle bilmeli, ruhunuzun ufkuna yürüyeceğiniz ana kadar…
Dünyaya çıplak olarak geldiniz; kefeniniz için sağa-sola koşmalı, “Acaba
bu garibe bir kefen bulabilir miyiz?” demeliler. (38:54)
*Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“O
halde, Allah’a kaçın, çabuk Allah’ın himayesine koşun! Zira ben O’nun
tarafından, sizi uyarmak için gönderilen âşikâr bir elçiyim.” (Zâriyât,
51/50) (40:47)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder