Fethullah Gülen Hocaefendi'den çok önemli uyarı!
Muhterem Fethullah Gülen Hocafendi'nin "395. Nağme: Hak Karşısında Mü’mince Tavır" adlı yeni 'Bamteli Özel' sohbeti Herkul.org sitesinde yayınlandı.
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi , 1 Aralık 2013 Pazar günü yaptığı sohbetinde enâniyet, şehvet, haset, hırs ve inat gibi duyguların yaratılış hikmetlerini anlattı.
Hocaefendi, sohbetinde şu hususları açıkladı:
Fethullah Gülen Hocaefendi'den çok önemli açıklamalar
VİDEO İÇİN TIKLAYIN
*Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben”
deyip varlığını ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun
benliğini, bir taraftan irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet,
kin, nefret ve benzeri duygularla donatmıştır.
*İnsan
mahiyetindeki benlik, şehvet, öfke, inat ve hırs gibi boşlukların
yüzleri terbiye ile bâkî gerçeklere ve uhrevîliğe döndürülürse, bunların
hepsi insanın önemli birer derinliği haline de gelebilir. Bu
duyguları kontrol altına alma kahramanlığını ortaya koyanlar,
nefislerine köle olma ve şeytanın oyununa gelme zilletinden kurtulurlar.
Zaten din, bizdeki iyiliğe açık nüveleri besleyip geliştirmek ve
kötülük temayülleri taşıyan fena çekirdekleri de kurutup bodurlaştırmak
için nazil olmuştur.. mahiyetimizde mündemiç bulunan şer meyillerinin
önünü kesmek suretiyle kötü hasletlerin boy atıp karaktere dönüşmesine
fırsat vermemek ve iyi yanlarımızı inkişaf ettirip bizi hakiki insanlığa
ulaştırarak Cennet’e ehil hale getirmek için vaz’ edilmiştir.
*Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle “ben” mânâsına gelen “ene”den türetilmiş bir kelimedir.
Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın
gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok
hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî),
sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde
Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî
kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını
bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin
sırlarını açar ki, bu sayede “ene” –ben ve ego da diyebilirsiniz–
insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve “Kenz-i Mahfî”nin lisan-ı
fasîhi olur. Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara
gelince, onlar için “ene” öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye
kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice güçlüleri yere sermiş, ne hanlar
devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u
fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım,
gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır.
*İnsan mahiyetindeki duygulardan biri de şehvettir; o, insanın meşru yollarla tatmini ve neslin çoğalması için verilmiştir.
Dolayısıyla onun, bir taraftan bu duyguya tamamen inhimâk etmek gibi
bir ifrattan, diğer taraftan da bütün bütün tecerrüt gibi bir tefritten
kaçınması ve orta yolu bulması gerekir ki, o da meşru çerçevedeki
zevklerle yetinip, gayr-i meşru isteklere karşı tavır almakla olur.
*İnsandaki
kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir inat adına
insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana
gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını
iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten
ayrılmaz. Böyle bir kimsenin önünü tama, makam, mevki, şöhret, rahat ve
rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını
tamı tamına vererek hak yoldan hiçbir zaman ayrılmaz. Böylece fena bir
huy olan ve tamamen nefis mekanizması içinde yer alan inat duygusu, bu
insanda hakta sebat ve hakikate teslim olma şeklinde kendisini
hissettirir. Evet, artık şeytanî bir mekanizma olan inadın yönü
müspete çevrilmiş ve bu sayede inat, insanın melekî yanında yer alarak
onun melekiyetine hizmet eder hâle gelmiştir.
*Mus’ab
bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlü’nün
(sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca
öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.” deyip, kin ve nefretle
kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. İşte onun ortaya koyduğu inat çirkin bir sıfat değil hakta sebat idi.
*Allah
Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve
görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâlediyor ve onun
hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar
verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani
yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini
sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu.
Hatta ashabının görüşünü kendi fikrinin önüne alıp onlara göre hareket
ettiği de az değildi. Mesela, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam),
Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de
kalıp müdafaa harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare
sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar
verilmişti. Bu karar gereği Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve
sellem) Uhud’a gitmişti. Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok
yerindedir: “Allah Rasûlü, Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit
verilmesi değil, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi,
meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.”
*Rasûl-ü
Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye’de o ağır
şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım
atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da
hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok
iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. inat etmeme, enaniyeti hesabına iş
yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem
oluşturmamaydı.
*Hazreti Ömer Efendimiz “el-vakkâf inde’l-hak” sözüyle anılmaktadır.
Bu tabir, “her zaman doğrunun yanında yer alan, hak ve adaletten asla
ayrılmayan, kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğen,
Kitabullah’ın hükmüne gönülden rıza gösteren ve hakkın söz konusu olduğu
yerde anında frenlemesini bilen insan” demektir. Hazreti Ömer,
yumruğunu kaldırıp tam hasmının gözüne indireceği bir anda, hakkın
hatırı için öfkesini yutarak kollarını hafifçe iki yanına salıverecek
kadar duygularına hâkim bir insandır. O, Mescid-i Nebevî’nin
genişletilmesi gibi hiçbir işi kendi düşüncesine göre yapmamış, hemen
her meselesini mü’minlerle istişare etmiş; Kur’an’a, Sünnet’e ve İcma’ya
uygun bir kararla karşılaşınca da hemen kendi düşüncesinden
vazgeçebilmiştir. Şüphesiz onun bu hali, hâlis mü’minlerin ve takva
ehlinin de halidir.
*Seyyidina Hazreti Ömer,
evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır
belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir,
bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına
çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan
düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için
yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında,
bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer!
Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr
olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, ‘Ve
âteytüm ihdâhünne kıntâran…’ (Nisâ Sûresi, 4/20) buyuruyor. Demek ki,
kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını
yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini
bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun
eğmişti.
*Sizin gibi Kur’an’a, imana, milli
mefkuremize ve gaye-i hayalimize hizmete kendini adamış insanlar,
ileriye adım attıkları gibi yerinde yanlışlarından dönmeyi de bilmeli ve
geriye adım atmada da diriğ etmemelidirler. O, ileriye doğru atılan
adımların on katı adım sayılır. Efendimiz o idi, Raşit halifeler
onlardı; bize demezler mi, “Siz kimin ümmetisiniz, kimi temsil ediyorsunuz, neyin arkasındasınız, Allah aşkına?!.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder