HERŞEYİN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR. Sizin bir planınız, bir hesabınız varsa, Allah’ında bir planı bir hesabı var.

9 Mart 2014 Pazar

Bir garip din anlayışı...

CEMİLE BAYRAKTAR
07.03.2014
 
Vaktiyle din ve din anlayışları noktasında bir şeyler yazmıştım. Mesele şu: Din, özel anlamında İslam, bir tane o halde bunca "İslam anlayışı" niye?  Türkiye iç siyasetinin durumu malum, bir süredir seviyesi düşük, monoton bir tartışma içerisinden gel-geç çıkışlar ile günlük kotamızı dolduruyoruz. Buradan günlük siyaseti önemsemediğim anlamı çıkmasın lütfen; elbet önemsiyorum sadece bu günlük siyasetin ortaya koyduğu gerçekleri o monoton düzlem içerisinde kaybetmeyelim istiyorum. Gelelim asıl meseleye... Bir insan Müslüman bir coğrafyada yaşıyorsa Kur'ân-ı Kerim yahut herhangi bir hadis kaynağı okumadan da İslam hakkında bilgi sahibi olabilir. Namaz kılmak, oruç tutmak, abdest almak vs. hakkında bilgi sahibi olabilir. Bunları yapıp yapmaması mevzumuz değil yapsa da yapmasa da bunları bilir. Yine aynı insan Allah'ın emirlerine ve Resulullah (SAV)'in sünnetine olması gerektiği gibi uyarak hem bu dünyada hem de ahirette razı olunan olmak ister. Bu arzusunu gerçekleştirmek isterken ya kendi başına ana kaynağı (Kuran ve sünnet) pusula seçer yahut bir cemaat, tarîkat bünyesi içerisinde o yapıyı kendisine pusula edinir; gayet makul. Türkiye, semavi din olarak anıldığı halde ilahi değil insani bir müdahale sonucunda gayet laik bir form almış bir dini, sömürü aracı olarak kullanan "Batılı" emperyalist-kapitalist güçlerce tam anlamıyla sömürge olmadı. Bizdeki sömürgecilik, Türkiye'nin totaliter laik ama aynı zamanda Müslüman olan devlet kurumlarınca Müslüman dindar halka yönelikti. Bunun sonucu olarak İslami cemaatler ve tarîkatlerden bir kısmı itidali korusa da, bir kısmı yer yer renk değiştirdi, yer yer aşırı bir direnç gösterdi, yer yer ise var olmak, meşru kabul edilebilmek niyetiyle İslam dediği o şeyi Allah'ın murad ettiği şekliyle değil de kendi arzusuna göre yorumladı. Allah, insana kendine varacak pusula kıldığı Kur'ân-ı Kerim'de bu hâli o tuzaklara düşmeyelim diye şöyle işaret etti: "Gördün mü hevâsını ilah edineni?" [el-Furkan, 25/43] Gördün mü? Gördüysen sorun yok, peki ya görmediysen? Türkiyeli Müslümanlar, semavi din olarak anıldığı halde ilahi değil insani bir müdahale sonucunda gayet laik bir form almış bir dini sömürü aracı olarak kullanan "Batılı" emperyalist-kapitalist güçlerce tam anlamıyla sömürge olmadı ama bu yapı aynı zamanda dünyevi bir güç haline geldiği için bir nevi merkeze konumlandı ve bazı Müslümanlar da o yapıyı merkeze alarak kendilerine o çerçeveden baktılar, o terminolojiyi benimsediler.  Tüm bunlara Türkiye'deki hızlı ve zoraki modernleşme de eklenince bazı İslamî cemaatler, bu yapının yoğun bir şekilde etkisinde kaldılar. Kendi merkezlerinden [Kur'ân-ı Kerim ve Resulullah (SAV)'in sünneti] uzaklaştılar, terminolojilerine yabancılaştılar. Karıncanın ayak sesi kadar sessizce sokulan bu düşünme biçimi zaman ile yerleşti, öyle ki dünyevi heves ve arzularına, tümüyle dünyaya ait planlarına kendilerini dahi kandırarak "Allah rızası için" kılıfıyla meşru bir zemin buldular.  Merkeze almaları gereken tüm ilahi argümanların yerini dünyevi argümanlar alınca da o kaygan zeminde içsel boşluklarını, bir nevi mutmain olmama hallerini "cemaatsel, kitlesel" bir yapıya dahil olarak, o sürü psikolojisi içerisinde tedavi etme yolunu seçtiler. Zira içlerinde Allah'ı anan bir yer için için sızlıyordu, o sızı onları düşünmeye ve harekete geçmeye itiyordu ancak merkezlerinde Allah değil dünya olduğu için bir türlü o buhrandan kurtulunamıyordu, işte bu nedenle kendi konumları üzerine düşünme eziyet verici bir vicdan sızısı halini aldı. Bundan müteşekkil düşünmeyi terk ettiler, kendileri yerine düşünen (?) bir yapıya biat etmek daha konforlu geldi, kendi işlerini bir başkasına yaptırır oldular işte bu sonun başlangıcıydı.  Peki, ne yapmalı? Tüm İslamî yapıları yok mu saymalı? Elbet değil... Ancak merkeze dikkat etmeli, merkezde Allah'ın rızasının, Allah'ın muradının, Resulullah (SAV)'in sünnetinin olduğundan emin olunmalı. Bunu nasıl anlayacağız? "Sen Kur'ân-ı Kerim'i okusan da anlamazsın" anlayışından uzaklaşarak. Resulullah'ın sünnetinin sadece ahlak kısmına bakılıp "yapsak da olur yapmasak da olur" anlayışından uzaklaşarak o sünnetin ahkâm boyutu olduğunu da hatırlayarak, sünnetin Kur'ân-ı Kerim'e yapılmış bir ilave değil de ""O hevâdan konuşmaz, onun söylediği ancak vahyedilmiş bir vahydir." (en-Necm, 53/3-4) ayetinin vahiyden biz cûz olduğunu unutmadan, tüm bunları merkeze alarak anlayacağız. Kezâ Kur'ân-ı Kerim İlimleri (Ulumu'l-Kur'ân) ve Tefsir Usulü ilimleri altında bir başlık mevcuttur: İ'cazü'l-Kur'ân. İ'caz, Arapça "a-c-z" kökünden türemiş olup aciz bırakma, muciz olma anlamı taşır.  Kur'ân-ı Kerim'in muciz olma nedenlerinden biri de o muciz kelâmın her seviyeden insana hitap etmesinden kaynaklıdır. Dolayısı ile önce Resulullah Efendimize ve aynı zamanda bizlere nazil olan o muciz kelâm herkesin kendi seviyesine göre anlayacağı ve kesinlikle her Müslümanın merkeze alması gereken bir kitaptır.  Merkezine Allah'ın işaret ettiğini alan kurtuluşa, merkezine hevâsını dini zannedeni alan helaka varır. Bence durumun kıssadan hissesi de budur. Zira hiç kimse bir başkasının sevabını yüklenemeyeceği gibi günahını da yüklenemez, dolayısı ile sızlayan o yere kulak vermeli, Allah'ın bahşettiği o içsel terazinin ürünü olan devredişi bir kenara bırakmalı, merkezde oynamalar yapmamalı.
Vaktiyle Katolik Kilisesi ilahi bilgiyi kendi tekeline aldı (obskürantizm), dindarlara dilediği formu verebilmek için kutsal metine ulaşmalarını engelleme çalıştı. Bizdeki 'Sen kutsal metni okusan da anlamazsın' anlayışının farklı bir versiyonunu oluşturdu. Bunun sonucu olarak gelişenler malumunuz… Bilmem anlatabildim mi?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder