HERŞEYİN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR. Sizin bir planınız, bir hesabınız varsa, Allah’ında bir planı bir hesabı var.

28 Mart 2014 Cuma

MURSİ ZİNDANDA, GAZZE KUŞATMA ALTINDA,

TÜRKİYE SON KALE TESLİM OLMA!



 
İstanbul, küresel güçlere hezimeti çağrıştırıyordu. Bu yüzden ürküyorlardı İstanbul’un adını duymaktan. Almanlar, Osmanlı’nın merkezini Selanik’e, İngilizler de Manastır’a taşımak istiyordu. Küresel güçler, hayallerinin de ötesine ulaştı, Selanik de, Manastır da düştü. İstanbul, daraldı, İstanbul küçüldü, İstanbul uzuvları parçalanan bir vücut haline geldi. Anadolu’dan doğmuştu, yine Anadolu’yla baş başa kaldı. Mısır, Hindistan yerel merkezler olarak yeniden yapılandırıldı. Her birine İslam ruhunun doğmasına mani olacak mustagribler atandı. Mısır’ı Muhammed Abduh, Hindistan’ı Seyyid Ahmed Han tahrib etti. İstanbul’a atadıkları mustagribler ise mukaddesat adına ne varsa imha etti.

Mısır’da medreseler de, Ezher de işgalden sonra varlığını sürdürdü. Kamusa yani milletin namusuna dokunulmadı. Mustafa Sadık er-Rafiî de, Süleyman en-Nedvî de kendi lisanlarıyla yazmaya devam etti. İstanbul’da Akif’i, Mustafa Sabri Efendi’yi susturanlar, maarifi Falih Rıfkı’ya, Kemalettin Kamu’ya teslim etti. İstanbul’da ne kütüphane, ne medrese, ne alim, ne de onları millete arz edecek lisan bıraktılar. Bir cümlede, bir kelimeyi ikinci defa kullanmayacak kadar zengin bir lisana sahip olan bir milletin evlatları, mezar taşlarını okuyamaz, aynı kelimeleri tekrar etmeden konuşamaz hale geldi. İstanbul’da, Mısır ve Hindistan’da yapmadıklarını yaptılar. Çünkü İslam coğrafyasını yine İstanbul’un aydınlatacağını, yine denizler kapandığı zaman gemileri karadan yürüten iradenin İstanbul’da zuhur edeceğini, imha edilen mukaddesatın külleri arasından bir gün İslam Halifesi’nin İstanbul’dan çıkacağını bildiklerinden her şeyi yok ettiler.

İngiliz Hariciyesi, Osmanlı’yı kalbinden vurdu. Camileri kapatan, Kur’anları toplatan, ulemayı darağacına gönderen kadroyu Selanik’te, Manastır’da yetiştirdi. Hepsinin surette bir kahramanlığı, camiye girmişliği, milletle irtibat noktası vardı. Millet, ne yapmak istediklerini öğrenene kadar ne medrese, ne hilafet, ne alim kaldı. On kat büyüklüğündeki bir ülkeyi Anadolu’ya hapsetmeye, Musul’u, Kerkük’ü, Bağdat’ı, Şam’ı, Kahire’yi dışarıda bırakmaya İstiklal Savaşı dediler. Kutlamalar yaptılar, sarhoş naraları attılar, birbirlerine madalyalar taktılar. Denizden kurtarıldıktan sonra ırzına geçilen bir kadın gibi ruhunu, camisini kirlettiler Anadolu’nun. İhanetin çapı fark edilmesin diye “hilafetin ilgası”nı kanun teklifi olarak Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile Bursa Mebusu Şeyh Servet Efendi’ye verdirdiler. İslam birliğinin hiçbir hakikati olmadığı yönündeki, “Hilafet’in Mahiyet-i Şeriyye”si başlıklı konuşmayı da milletin büyük fakih olarak tanıdığı Seyyid Bey’e yaptırdılar.

Nevar ki Allah Azze ve Celle’nin İstanbul’a dair hükmünü değiştiremediler. Sanki Sultan Abdülhamid de hal’ kararı kendisine tevdi edildiğine, “Hüküm Allah’ındır.” diyerek İstanbul’un bir gün yeniden döneceğini tebşir etmişti.

İstanbul, derinlerden büyük İslam mecrasına ulaştı. Anadolu’da şehirler susar gibi oldu, tekkeler, medreseler dağ köylerine, mezralara taşındı. Devrim yobazları, omuzunda Kur’an-ı Kerim taşıyan çocuklardan iz sürdü, medreseye çevrilen ahırlara, samanlıklara kanlı baskınlar yaptı. Bütün güçleriyle seferber olmalarına rağmen Ali Haydar Efendi, Bediuzzaman, Süleyman Efendi, Abdulhakim Arvasi, Mehmed Zahid Kotku, Mahmud Sami Efendi, Mahmud Efendi gibi bir avuç alimin başını çektiği hizmeti durduramadılar.

İstanbul, büyük yıkımdan sonra ulemanın cehd ve gayretiyle belli bir kıvama gelince meydan yerine Necmeddin Erbakan çıktı. O da, Sultan Abdulhamid gibi, “Hüküm Allah’ındır” dedi. Onunla birlikte millet, Anadolu’nun asıl sahibi olduğunu hatırladı. Onlarca yıl sonra küresel güçlerle ilk o hesaplaştı. Söyleyeceklerini beyan ettikten, yolu açtıktan ve de destana bir ara noktası düştükten sonra Rabbine gitti Erbakan. Tayyib Erdoğan geldi ardından. Küresel güçlerin kafasını karıştırdı. Sultan Abdulhamid’in, Mithat Paşa’ya yaptığını bu da tekrar eder, devlette güç kazanınca, yüzünü İslam coğrafyasına döner, Ulu Hakan gibi, “Hüküm Allah’ındır” der mi? diye tereddüt ettiler.

Tayyib Erdoğan, iktidarının ilk yıllarında onları rahatlatacak adımlar attı, karargahla arasına mesafe koyar gibi oldu. Kardeşi Fethullah Gülen’le işte bu süreçte kesişti yolları. Tayyib Erdoğan küresel güçlerin, siyaset, iktisat mevzilerini tanıdıktan sonra karargahına döndü fakat kardeşi gelmedi. Belki okullarını korumak için kaldı, belki de küresel güçlerle hareket etmenin gerekliliğine inandı. Küresel güçler, Müslümanlar adına onlarla hesaplaşan, âlem-i İslam’da hürriyet umutlarını tahrik eden, Mursi’nin iktidarına, Hamas’ın direnişine omuz veren Tayyib Erdoğan’ı devirmek için gemileri yaktılar. Arakan’daki mazlumların çadırında Ona dua edildiğinden, Suriyeli Müslümanlara Ensar gibi kucak açtığından, Mısır’da gençlere; “Üzülmeyin gevşemeyin” ayetini okuduğundan, Sultan Süleyman’ın yaptırdığı surlar ardında tutsak Beyt-i Makdis’i hürriyetine yeniden onun kavuşturacağına inanıldığından, Yahudi’nin katil olduğunu yüzüne karşı ilk o tasrih ettiğinden, Somali’de kardeşleri için hastane, okul yaptırıp yüreklerini fethettiğinden, Afrika’nın köylerinde su kuyuları açtırdığından, İsrail’e yapılacak kara, hava ve deniz taarruzlarını bizzat onun yönettiği Hindistan’da rüyalarda görüldüğünden, Anadolu’nun ücra köşelerine kadar İmam-Hatip okulları açtığından, kız çocuklarının başlarını kapatmalarına, millet evlatlarının okul sıralarında Kur’an-ı Kerim okumalarına vesile olduğundan, ümmetin karargahında durduğundan, Mursi’nin müdafaasını yaptığından Onu darağacına göndermek istiyorlar.

Sultan Abdülhamid de olduğu gibi, bütün mesele onun etrafında temerküz ettiğinden, o gidince her şeyin eski haline avdet edeceğine inanıldığından sadece onu istiyorlar. Kirli para aklamak, el-Kaide’ye yardım etmek iftiralarıyla onu küresel güçlerin mahkemelerinde yargılayıp, Şam’ın, Kahire’nin, Gazze’nin diriliş umutlarını söndürmek istiyorlar. Millet vicdanında onulmaz yaralar açan asıl mesele ise, bütün bunlara aynı safta namaz kılan, aynı kitabı okuyan, aynı amentüye inanan insanların alet olması... Projenin onlar üzerinden yürütülmesi…

Anadolu’da hüzün, Anadolu’da ızdırab, Anadolu’da Cemel’in, Sıffîn’in yorgunluğu var... Milletin otuz yıldır en zeki evlatlarını emanet ettiği, hayır hasenatını akıttığı, muhabbet duyduğu bir cemaatin küresel güçlerin Müslümanların iktidarını devirme hamlesine alet olmasını çaresiz seyretmenin acısı var. Telefonda, “Hocam! Ben bunlara mücevherlerimi, evimi vermiştim, şimdi bu komplolardan Allah Teala beni de sorumlu tutar mı, tekrar zekatımı vermem gerekir mi?” diye ağlayan kadınlar, “Himmet toplantısında söz verdiğim parayı ödemek zorunda mıyım?” diye soran esnaf, ya da “Hocam! Ben dershanede öğretmenim, geçen bir toplantıda eğer bileziklerin kafi gelmiyorsa git, bir bankadan 15 bin lira çek, cemaatin bankasına yatır dediler, bunun için kredi çeksem mesul olur muyum? diye mail atanlar… Kim bu milleti bu hale getirdi? Neden ve kimler Allah rızası için bu cemaatin içerisinde hizmet edenleri Müslümanların iktidarına karşı mücadele etmeye mecbur ediyor. Niçin Fethullah Hoca ulemaya, “Kur’an ve Sünnet Başbakan’la aramızda hakem olsun, kurun sulh meclisini ben de geliyorum.” demiyor?

Kim bu gazeteciler? Küresel güçlerin karargahına sığınıp Müslümanlara “fe eyne tezhebûn/nereye gidiyorsunuz?” diyenler kimin adına yazıyor?

Hasta adam dedikleri Devlet-i Aliyye’nin her ıslahat hamlesi de böyle engellemişti. Bosna’dan Çin’e kadar gönderdiği davetçilerle ümmete; “Ey Âlem-i İslam! birleşiniz.” çağrısında bulunan Sultan Abdülhamid, içeriden ihanete uğramasaydı ittihad-ı İslam parçalanmayacak, bu izmihlal de yaşanmayacaktı. Tarihi hadiselerden ibret almakla sorumlu olan bu ümmet, -küresel ittifakın kırılma belirtilerinin zahir olduğu bu günlerde- Anadolu şehirlerinin tepelerinde, kendisine, “Ey Müslümanlar! Küresel güçlere karşı birleşiniz. Yoksa akıbetiniz pek elim olacaktır.” ikazında bulunanlara kulak vermelidir. Bütün bunların, küresel güçlere başkaldıran adamdan intikam alma manevraları olduğu güneş gibi ortadadır.

Bir buçuk milyarlık âlemi İslam’ın gözü burada... Bütün mazlumlar, bütün muzdaripler Tayyib Erdoğan’a; “Mısır’da ihvan zindanda, Gazze kuşatma altında, Türkiye İslam âleminin son kalesi… Allah Azze ve Celle seninle, Teslim olma!” diyorlar.

http://www.hukumdergisi.com/

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder