HERŞEYİN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR. Sizin bir planınız, bir hesabınız varsa, Allah’ında bir planı bir hesabı var.

20 Mart 2014 Perşembe

Başbuğ: Filozof görünümlü militarist bir ruh!
 
 
Hikmet Gök
Hikmet Gök

Bu bir İlker Başbuğ portre denemesidir.
Kumpasa geldi, hukuksuz yargılandı, serbest bırakılacak mı? şeklindeki tartışmalardan öteye biraz şahsi yaklaşımla kendisinin nasıl bir profil çizdiğini yazmaya çalışacağım.
İlker Başbuğ’un suçsuz, hatasız olduğuna asla inanmadım.
Kara Kuvvetleri Komutanı olduğundan beri, hatta Genelkurmay 2. Başkanlığı’ndan itibaren dikkatle izlemeye çalışan biri olarak bunu söylüyorum.
Kendisine kişisel bir garezim de söz konusu değil, olamaz
Bence önemli suçlar/hatalar işledi, stratejik yanlışlıklar yaptı.
Stratejik, uzun vadeli planlar yapıp programlar icra edebilecek fırsatların tamamını bozuk para gibi harcadı.
Hataları, Türkiye’nin maraton koşusunda, hızla giden bir araç tam da düzlük öncesi son viraja girmişken, asfalt yolu kazıyıp mıcır döken karayolları işçisi misali bir işlev gördü.
Kasıtlı mı yaptı, bilmiyorum.
Ama değerlendirme yapacak kadar bolca malzeme verdi.
Suçlarının cezai karşılığı yıllarca tutukluluk hali ve müebbet hapis mi olmalıydı?
Buna da hayır diyor, gözlemlerim?
Benim bahsettiğim suçlar ve hatalar, teknik olarak hukuk kapsamında nasıl bir cezai işlem görür, ayrı konu.
İşin yargısal tarafı hukukçuların işi.
Ama Başbuğ hatasız değil.
Söz konusu etmeye çalıştığım hususlar, “devlet ricali” konumuna gelmiş bir şahsiyetin yaptığı uygulamalar ve takındığı tavırların ülkenin tarihsel, sosyolojik, siyasal akışındaki kritik sonuçlarıyla ilgilidir.
Bunların Başbuğ’un kişiliği, düşünce sistematiğini oluşturan bilgilenme biçimi, beslendiği kaynaklar ve filozofik çıkarsamaları ile ilgili olduğunu düşünüyorum.
Sinsi ve içten pazarlıklı bir karakter çizdi Başbuğ.
Gençlik yıllarından itibaren felsefe ile ilgilendiği biliniyor.
Kara Kuvvetleri Komutanı olduğunda yaptığı konuşmada bunun yansımaları çok net görüldü, sonraki konuşma ve yaklaşımları da felsefik izler taşıdı.
Böylesine birikimi olan birinin askeriyenin tepesine gelmesi bir şanstı.
O, bu şansı tersine kullandı.
Heder etti.
Hem kendisine, hem ülkeye zarar verdi.
Çünkü pozitivizmin girdabından, konvansiyonel zemindeki ordu anlayışından, klasik ulusalcı/Kemalist/otoriter/totaliter/seçkinci zihin prangasından kurtulamamıştı.
Tavırları ve bu tavırların sonuçları, sivil alana, siyaset zeminine zarar verdi.
Siyaset zemini ve sivil iradenin belirleyiciliği alanının genişlemesine karşı bir tür tampon işlevi ifa etti.
Askeri vesayetin geriletilmesine hizmet edeceği yerde pekişmesine çalıştı.
Nasıl mı?
Gelir gelmez, haftada bir Genelkurmay’da basın toplantısı, ayda bir kendisinin basın toplantısını tertipledi.
Bir siyasi lider gibi davrandı.
Ya da PR şirketinin CEO’su gibi.
Albay Dursun Çiçek’in de içinde olduğu ismi başka olsa da psikoloji harp dairesini tarihte eşi görülmemiş bizimde aktif hale getirdi.
Bilgi ve toplumu yönlendirme iştahını böylece tatmin etmeye çalıştı.
Firkateyne binerek siyaseti, medyayı tehdit etti.
Balıkesir’de parmak salladı.
Yüzünde kin ve nefret akıttı, akıttı kameralara.
Eski vesayetçi düzeni korumaya çalıştı kısaca.
Şimdilerde bunu “paralel yapı”yı gördüğü ve karşı atak yaptığı şeklinde izah edebilir, bazı kişiler de böyle bakıyor olabilir.
Hiç önemi yok!
İkna edici değil.
Paralel yapıya karşı mücadele etmek isteseydi, gider hükümet ve diğer anayasal kurumlarla bu konuyu müzakere eder, gerekli adımları atardı.
Ergenekon’u, lav silahıyla (boru!) savundu.
Başbakan’la karşılaştığında hep yüzünü ekşitti.
Sivilleri aşağılayıcı bakış ve eda sergiledi hep.
Başbakan’ı mevziiye götürüp çömelmiş fotoğraf servis ettirdi.
Arkasından CHP Genel Başkanı’nı götürüp ayakta poz verdirdi.
Kendisine ait olduğu iddia edilen ses kaydında Arınç’a takip ve suikast olayından haberdar olduğu şüphesi ortaya çıktı. “Kozmik odaya izin vermeseydim, nah girerlerdi…” dediği, iddia edildi.
Hep yüzüne baktım, Başbuğ’un.
Mimiklerine.
Söylediklerini dikkatle not alırken, günün atmosferindeki ruh halini çözmeye çalıştım.
Hiç gizleyemiyor çünkü. Yüzüne vuruyor.
Kendisi bu satırları okursa kızabilir, ama yazmalıyım. Kendisi kamuya mal olmuş biri, bu değerlendirmeleri olgunlukla karşılayabileceğini düşünüyorum.
“Vesayet sistemi” sadece asker tarafından oluşturulmaz.
Dünyada en yaygın ve en eski çağlardan beri karşılaşılan vesayetler askeri güçle oluşturulduğu için en yaygın bilinen şeklidir.
Oysaki vesayet sitemlerinin temel unsurları medya, yargı ve sermayedir. Yargı, medya, sermaye ayağı olmadan asker tek başına bir uygulama yapamaz. Merkezde durarak onlar aracılığı ile siyaset ve toplumu dizayn ederdi.
27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan bunun ülkemizdeki çarpıcı örnekleridir.
Mısır ve Ukrayna’daki son darbelerde de aynı parametreler işletildi.
Asker, Türkiye’de 27 Mayıs’ta “paralel başbakanlık” olarak kurgulanmıştı.
Kâğıt üzerinde direkt yazmayan ama kurumların işleyişinin bunu sağladığı bir sistemdi.
2007’de bu düzen değişmeye başladı.
Yaşar Büyükanıt bu süreci baltaladı. Tamamen engelleyemedi.
Başbuğ gelince ne yaptı? Eski düzene sıkı sıkı sarıldı, agresif tepkiler verdi. Oysa o bir felsefeciydi. Militer ruhla çatışıyordu. Birlikte taşımaya çalıştı, olmadı.
Ve hangi türü olursa olsun, vesayetlerin tek bir ortak noktası vardır: Sivil alan ve siyaset zeminini daraltmak.
Başbuğ, Büyükanıt’ın kaba ve eski (yargı+medya+sermaye) dinamikleri harekete geçirme atraksiyonu sonuç vermedi. Halk, ters tepki verdi.
Başbuğ, bu manzarayı okuyamadı, hücresel (Genelkurmay Bilgi Destek Dairesi) örgütlenmelerle sivil ve siyasi alana kurumsal olarak sarkmaya çalıştı.
Başbuğ, 2007’yi doğru okuyabilseydi, askeri vesayetin bitişinin yanında oligarşik sermaye ve medyada hâkim vesayet üçgenini de bozabilirdi.
Ancak, o hep ulusalcı, militer, sermaye tetikçisi gazetecileri öne çıkarmayı tercih etti.
Giderayak Uğur Dündar, Fikret Bila, Sebahattin Önkibar, Ruhat Mengi röportajları bunun en çarpıcı örnekleridir.
Şimdi, artık askeri vesayet mantığı ile hareket eden bir ordu yönetimi yok.
Son kişi Başbuğ’du.
Yerine gelen Koşaner’i saymıyorum. Çünkü o klasik bir asker olma ötesinde bir anlam taşımıyor.
Başka bir vesayet teşebbüsünün yol açtığı darbe sürecini yaşadığımız günlerden geçiyoruz.
Yargı+emniyet+oligarşik sermaye… Kısaca paralel örgüt.
Bu son yapının deşifre olmasının Başbuğ’un tahliyesine sebep olmasına sevinirim.
İnsan olarak.
Ama Başbuğ bana göre suçsuz değil.
Yapması gerekeni yapmayıp, oligarşik sermaye ve militarist medya ile iş tutmayı sürdürdüğü için hatalı.
Siyaset alanını daraltma teşebbüslerinden dolayı hatalı.
Hükümeti destabilize edecek adımları attığı için hatalı.
Askerliği bırakıp siyaset mühendisliğine kalkıştığı için suçlu.
Vesayet dönemi militarist medya ve oligarşik sermaye bugün hala aktif ve paralelcilerle iş tutuyorsa, bunda Başbuğ’un payı büyük.
Şimdi, “ben paralel vesayetle mücadele ettiğim için cezaevindeyim” söylemi hiç inandırıcı gelmiyor.
Yaptıkları “askeri vesayet”i sürdürme çabası dışında başka bir anlam ifade etmiyordu.
En son Mehmet Barlas’a verdiği mülakatta, “Orduya peygamber ocağı diyen benim. Subaylarımız üniformayla cenaze namazına katılıyor.” demesi başka bir zihin çarpıklığının ve toplumu asla anlayamayacağının tezahürü gibi duruyor. Ne yani asker namaz kılmasın mı? İbadet, talimatla engellenebilir mi? gibi dünyanın yüzyıl önce aştığı problemleri hala sivil alana olan saygısı olarak ifade edebiliyor.
Konvansiyonel askeri mantığı bırakmaya çalışan ama bunu beceremeyen filozof görünümlü militarist bir ruh olduğunu söyleyebiliriz. Devlet algısını Kemalist korkulardan kurtarıp vizyoner ve ileriye dönük yeni bir iradeye taşıyamayan, iki arada bir derede bocalayan, faşizmin dürtüleriyle hareket eden bir asker..
Tek cümle ile söylersek 'belinde silah, meyhaneye dalıp 'hepimiz eşitiz' diye nara bir kovboy gibi duruyor.
Son olarak bir hissimi yazayım.
Bence, Başbuğ seçimde CHP’ye değil daha ulusalcı ve marjinal bir partiye oy vermiş bir kişi gibi duruyor.
Bir gün karşılaşırsak latife niyetine sorarım.

hikmetgok@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder